6 Temmuz 2017 Perşembe

BALKANLARA seyahat

2017 yılı seyahatine aittir.
Balkanlardaki KOSOVA ve MONTENEGRO’ya yani Karadağ'a yolculuk bilgileridir. İstanbul Sabiha Gökçen'den 1 saat 15 dakika kadar süren bir uçuşla Piriştina’ ya ulaştık. Uçaktayken aşağıdaki ağaçlarla dolu görüntüler hoşumuza gitti.  Piriştina’ ya ulaştığımızda havaalanındaki pasaport kontrolünde arkadaşıma tuhaf bir şekilde “bu ülkeye niye geliyorsun, dönüş biletin var mı?” gibi mantıksız sorular sorulması daha başlangıçta moralimizi bozdu. Havaalanından Priştina merkeze otobüs yok. “İki saatte bir var” gibi bir sözü duyabilirsiniz ama “öyle deniyor ama otobüs yok” diyenler daha çok. Zaten herkes taksiyle gidip geliyor, otobüse binen yok. Taksiciler bizden 15 euro istediler. Bizde başka alternatif ararken, taksiye benzemeyen bir araçla gelen adamla anlaştık.  “Biz 10 Euro veririz” dedik , adam razı oldu ama “sizi otelinize kadar götürürsem 12 Euro verir misiniz?” dedi. Biz de kabul ettik,  sürücü yol boyunca sürekli telefonla konuşarak ve tehlikeli bir kullanışla bizi kalacağımız Hostel’a götürdü.  Hostel’daki oda iyiydi ; bir çift kişilik, bir tek kişilik yatak, banyo ve tuvalet vardı. Wifi bağlantısı da güçlüydü ama alt kattaki girişte ayakkabılar çıkarılmıştı. Bu bize çok mantıksız geldi. Odanın girişinde değil binanın merdivenlerinin başlangıcında ayakkabımızı çıkarıp, onları da binanın girişinde bırakıp üst kata çıkmak mantıksız bir şey. Ayrıca biz bu ayakkabı işini görmeden ve uyarıyı almadan yukarı çıktığımızda yaşlı kadının ayağımıza aksi aksi bakışını da anlayamamıştık. Eğer üst kattaki bizim kaldığımız odaysa kalacağınız oda, biraz tavsiye edebilirim ama alt kat odaları mağara gibi. Kesinlikle tavsiye etmem.  Biz önce odamızı görelim deyip gördükten sonra kalmaya karar vereceğimiz için o odanın bize verilme ihtimali de var. Size de önce kalacağınız odayı görün derim. Hostel merkezde değil ama yürüyerek 20- 25 dakikada merkeze ulaşılıyor . Fakat bu merkeze yakın olan yolun Hostel’a 10- 15 dakika kalan bölümünde çok ciddi bir risk var. Gece köpeklerle dolu bir yol. Çalıların arasında görülemeyen en az 30 köpek var ve çalılıklardan çıkanlarda saldırgan bir görünüşe sahipler. Gece o yoldan sadece araçlar geçiyor, yürüyen insan yok.  Gece boyunca havlamaları da tavsiye ettiğim odayı inletiyor. “Biz hayvan severiz” diyerek bu uyarıyı ciddiye almamazlık etmeyin. Hayvanları yiyemeyecek kadar çok seven bir vejeteryanın uyarısıdır bu. Piriştina da pek görülecek bir yer yok. Kötülüklerinden değil ama sanki algıları biraz düşük bir insan profili var. Yardımseverlik de pek yok. Etraflarındaki herşeye ruhsuz bir bakışları var. Birbirlerine bile ruhsuz bakıyorlar. Dışarılarda engelli insan yok gibi bir şey. Kosova’da da Montenegro’da da  yaklaşık 2 engelli ancak gördük. Engelli sayısının azlığından değil onlara yardım edecek insanlar olmamasından gibi geldi bana. Çünkü iki yaşlıya bir otobüste yer vermek için kalktığımızda gençler yeri kaptı . Gençler gibi giyinmiş yaşlı  bayanları ve erkekleri bir tarafa bırakıyorum, belki onlar kendilerine yardım edilmesini “siz yaşlısınız” gibi anlayarak yardıma bozulabilirler de. Ama ciddi ciddi yaşlı insanlar var yardıma ihtiyacı olan ama onlara hiç kimse yardım etmiyor. Pek İngilizce bilen yok. İşin ilginç tarafı şu: Eğer arada ortak dil yoksa detaylardan uzaklaşılır, temel kelimeler kullanılır ve anlaşmaya çalışılır ama buralarda tam tersi. Onlarla ortak bir dil bulamadığınız zaman size kendi dillerinin bütün sözcüklerini kullanıyorlar. Şüphesiz bunu karşılıklı anlaşabilmek için yapıyorlar ama işi daha çok zorlaştırıyorlar. Bazı yerlerde sıkça Osmanlıca kökenli kelimeleri görüyorsunuz ve kendinizi bir an kendi ülkenizde de zannedebiliyorsunuz ama olmadığınızı çok çabuk anlıyorsunuz. Bizimle ortak kelimelerini bile kullanamıyorlar iletişim için. Piriştina’ da üç dört farklı restoranda vejeteryan olduğumu anlatamadım. Normalde her yerde ve ülkede, Türkiye'de dahil olmak üzere ,hiç tahmin edemediğiniz yemeklerde et, kemik suyu gibi bir şeyler çıkabiliyor. O nedenle vejeteryan olduğumu anlatıp, yemek önerilerini öğrenmek istedim ama şehrin merkezindeki bu 3-4 büyük restoranda “vejeteryan” kelimesini tanımadılar. Piriştina da en ucuz gıda maddelerinin başında sucuk geliyor. Sucukların kilosu 2 euro ve 3 euro arasında görünüyordu. Tabii bu bizi ilgilendirmediği için işimize yaramayan bir ucuzluktu. İthal ürünler Türkiye'nin bir buçuk katı, normal ürünleri de Türkiye'deki fiyatlara yakın. Priştina’dan  Prizren’e sık sık, 15 -20 dakikada bir otobüs gidip geliyor . Biletinizi otogardan alıp isterseniz oradan isterseniz de yollardaki durak yerlerinden binebilirsiniz ama yollardan binmeniz zor. Çünkü durakları görerek bulabilmeniz zor. Durak görüntüsü olmayan yerlerde duraklar var. Priştina’dan Prizren’ e giden otobüslerin otobanı kullanma  izni yokmuş. Bu nedenle başka yoldan gidiyor. İki şehir arasındaki yol köy yolu gibi , bir de yapımı süren bölümler var, o bölümleri de hoplayıp zıplayıp gidiyor otobüs, yavaş gitmeleri içinizi rahatlatıyor yoksa çok çok tehlikeli bir darlığı var yolun . Siz yolun 84 kilometre olduğuna aldırmayın. Yol iki buçuk saat kadar sürdü . Yollar o kadar dar ki, o yollara Türkiye'nin dağ köyleri filan dışında hiçbir yerinde rastlamanız mümkün değil diyebilirim . Bundan dolayı yol çok uzun sürüyor. Biletiniz sadece biniş için yani koltuklar numaralı değil. Yani bindiğiniz zaman kapabildiğiniz koltuğa oturabilirsiniz.  Prizren Priştina’den  daha güzel bir yer. Her iki şehirde de Osmanlı Dönemi'nden kalma camiler var. Bir de Türklerin olduğu bir bölümü var Prizren'in. Orası çok sevimli bir yer. Dönüş biletimizin çıktısını almayı unuttuğumuz için ” başka ülkeye geçiş yaparken bu belgeyi isteyebilirler” diye düşünüyoruz . Çünkü bu sorun Kosova’ya ilk giriş yaparken karşılaştığımız bir sorun.  Pegasus'un biletini satan bir yere girip satın almış olduğumuz biletin bir çıktısını rica ediyoruz. “ İsterseniz ücrette veririz” diyoruz. Orada oturan ziyaretçi bir kişi ile Türkçe iletişim kuruyoruz. Çünkü o Türk’müş.  Bu kişi oranın sahibi ile bizim aramızda tercümanlık yapıyor. Dolayısıyla çeviri sorunu yok ama o iş yerinin sahibi olan adam o kadar kaba ki anlatamam, sürekli kafa sallıyor, sinirli sinirli “çık çık”  sesleri çıkarıyor. Sonra da “yok yapamam” diyor.  Biraz ileride bir yer daha görüyoruz.  Print vesaire işleri yapılan bir yer. Biraz önceki olaydan dolayı canımız sıkkın. “Bunlar da yapmaz” diyoruz.  İçeriden iki genç kapıyı açarak ve Türkçe olarak “yardım edebiliriz” diyorlar. E mailimizi onların bilgisayarında açıyoruz. Birer tane istediğimiz belgeyi ikişer tane çıktı yapıp veriyorlar. Bize e mailimizden çıkış yapmamız uyarısında bile bulunuyorlar. Israrla ödeme yapmak istiyoruz ama onlar da ısrarla kabul etmiyor.  Bir de Prizren otogarında bizi bilgilendiren çok efendi Türk bir görevli vardı. Biraz önceki adamla bunları kıyaslayınca milliyetçi olası geliyor insanın.  Çünkü o yardımseverler Prizren'de hep Türkler.   Prizren’de yağmura yakalanıyoruz, güzel bir yağmur. Şiddetli ama rahatsız etmiyor. Prizren'in istisnalar dışında iyi insan profili Piriştina’ dan daha fazla. El sanatları çalışmalarının satıldığı küçük sevimli yerleri de var. Akşam 7 de Podgorica’ya (Karadağ’ın başkenti) gitmek için otobüse bineceğiz, o yüzden Prizren’den Priştina’ ya geri dönüyoruz.  Prizren’li bir arkadaşın yanlış ve eksik bilgilendirmesinden dolayı Kosova'dan Montenegro’ya yani Karadağ’a gitmek için tek yolun, bu iki ülkenin başkentleri arasında seyahat olduğu bilgisine sahibiz.  Arkadaşın seyahat öncesi internet aracılığıyla bize ilettiği bilginin hatası bu. Zaten etraftakilere sorarak bir şeyler öğrenmekte imkansız.  Priştina’dan otobüse biniyoruz, yola çıkıyoruz. Prizren'deki otogarda gördüğümüz Türk görevli bize Prizren’den ya da Priştina’dan Karadağ’ın  başkentine değil, sahil şeridindeki Ulchin’e  giden otobüs olduğu bilgisini bize veriyor. Eğer bu bilgiye önceden sahip olsaydık Podgorica’ya giden otobüs biletini almazdık ama bu bileti aldığımız için ve tekrar para ödemek istemediğimiz için bu yolu seçmek zorundayız. Otobüsün bir genç bir de yaşlı şoförü var. Yaşlı şoför tam bir felaket. Yolu sorarsanız o daha da felaket. Normalde gündüz olsa ilginç manzaralar göreceğiniz bir yol ama Podgorica’ya tek otobüs var ve saat 19:00 da. Yolculuk gece 2 de bitiyor. Yani yolculuğu gece yapıyorsunuz. Dağların tepesinde gidiyorsunuz. Bir kere çıkıp inmekten bahsetmiyorum, sürekli dağların tepesindesiniz.  Yol çok çok dar ve sürekli şiddetli dönüşler gerektiriyor. Aşağıya baktığınızda ışık izin veriyorsa, altınızda metrelerce uçurum görüyorsunuz. Uçak yolculuklarında bulutlara tepeden bakıyorsunuz ama bunu otobüste yapmak çok rahatsız edici. Dağların aşığı bir insanın huzursuz olacağı bir dağ görüntüsünü hayal ediniz. Kendi aracınızla giderseniz , dağları seven bir insansanız ve seyahat içinde gündüzü seçerseniz büyüleyici bir manzara olacağından eminim. Ama bu gece yolculuğu tam bir felaket ve başka saat seçeneğiniz yok.  Ulchin yolculuğunu tercih etmenizi öneririm. Arnavutluk üzerinden ve daha küçük dağlardan geçerek sahil şeridine ulaşıyorsunuz. Çünkü zaten burada gezilecek yerler hep sahil şeridindeki yerler. Ama biz hep dağlardan gittik. Dağ yolculuğuna geri döneyim. Otobüste sürekli müzik var, ekranda farklı parçalar olsa da aynı temalı görüntü var, sanki erotik  filme benzer müzik klipleri seyrediyorsunuz sürekli. Karadağ sınırında arkadaşım yine “bu ülkeye niye geldiniz” sorusu ile karşılaşıyor, yine sinirleniyoruz.  Sınırı geçtikten sonra otobüste gürültüler artmaya başlıyor, sanki düğün var. Arkanızda insanlar çığlık çığlığa en ön koltuklardakilerle bağırarak ,gülerek sohbet ediyorlar ; gençler ve orta yaş insanları ayaklarını öndeki koltuğun sırtına dayıyor. Hatta ayağını öndeki koltuğun kafa kısmına koyanlar var. Bu ülkelerin genel olarak çok fazla bir alkol tüketimi var. Mola yerlerinde de alkol satışı var. Belki alkol aldıkları için denge kaybına uğruyorlardır. Otobüslerde soğukta da sıcakta da sürekli soğuk fan çalıştırma geleneği var, yolculuk tam bir işkence. Bazen bu gürültüyü bile “şoförü uyumaktan koruyor” diye nimet sayıyorum. Gecenin ikisinde Podgorica’ya ulaştık.  Orada  hiçbir şey yok. Podgorica’dan sahil şeridindeki Ulchin  , Kotor  ve benzeri yerlere gideceğiz. Yani direkt Ulchin’e  gidip bu tehlikeli gece yolculuğunu yapmama seçeneğimiz  varken, bu yolculuğun tek seçeneğimiz olduğu da arkadaşımız statüsündeki birinden geldiği için alternatif bir yol olabileceğini hiç tahmin edememiştik.  Sahil şeridindeki yerler bir, bir buçuk, iki, üç saat gibi aralarla birbirine gidilen yerler yani onlardan birine ulaşmanız hepsine ulaşmanız demek. Biz bu yolculuk  için sabahı bekleyeceğiz. Podgorica otogarına gecenin 2 sinde iner inmez taksiciler koşarak gelip , bizimle pazarlık yapmaya çalıştılar.  Gideceğimiz Hostel’in  adını söylediğimizde taksici “7 Euro” dedi,  bizi pek istekli görmeyince “5 euro” olur dedi. Güven duymadık ve “yok gitmeyeceğiz” dedik. Otogardan çıkıp biraz yürüdük. İlerideki bir benzin istasyonuna hostel’ı  sorduk onlarda tarif etti. İnanamazsınız ama Hostel otogarından arkasındaymış. Yani 200 metre ancak var uzaklığı taksicilerin olduğu yere. Bu kadar yalan söyleyebileceklerine inanamadığımız için yürüyerek kontrolünü  yaptık  hoste’lin ve  200 metre ileride gördük.  Bu 200 metrelik yol için 5 Euro istemişler. Hiçbiri de “hemen arka sokakta” demedi.  Saat gecenin 3 ünü geçmiş, artık hostel’a gidip para vermenin anlamı yok. O saatte uyanık bir görevlinin olmama ihtimali de var. Gecenin üçünde adamları uyandırıp, para ödeyip, sabah 7 de çıkmanın da hiçbir anlamı yok. Geceyi otogarda geçirdik .Sahil şeridindeki Budva’ ya gidiş için 6 euro ödedik sanırım; 7, 30 da da otobüse bindik. 64 kilometre kadar yolu 3 saatte gittik,  geldiğimiz yola göre daha düz sayılan bu yollar sahil şeridindeki yollar. Eğer şikayetçi olduğumuz o dağ yolundan gelmemiş olsak bu yollar içinde “dağdan gidiyor” diyebilirdik ama o yolların yanında burası ova sayılır.  Budva’ya gittiğiniz zaman antik bir kale göreceksiniz. Benzer bir Kaleyi Tunus Hammamet’ de görmüştük.  Hemen hemen aynısı. Bir de deniz turizmi var. Sahil bölgelerinde denize girenler var. Otogarda tanıştığımız, yürüme sorunları yaşayan yaşlı bir çift Belgrad'dan Ulchin’e  romatizmal  rahatsızlıklarının tedavisi için  gittiklerini ve oranın kumunun kendilerine çok faydalı olduğunu överek anlatmışlardı. Yani her ikisinin de seyahat amacı tedaviydi. Bizim oranın kumlarını merak etmenize sebep oldular ama önce Budva’yı görelim dedik ve Budva’yı dolaştık. Çok aşırı yürüme alışkanlığımızın da etkisiyle hemen Budva’yı bitirdik. Başka ülkelerin insanları için ilginç olabilir belki ama Türkiye'den sonra hiçbir özelliği yok. O  kalenin bile Hammamet’teki  benzeri çok daha güzel gelmişti bize. “Sonuçta başka bir ülkedeyiz” diye biraz teselli ettik  kendimizi.  Otobüse binip Kotor’a gittik.  Kotor güzel sayılır. Küçücük bir yer. Tepe'de çok eski bir kale var. Kale için iki buçuk kilometre çıkış, iki buçuk kilometre iniş sürüyor. Yolun başlangıcında çıkış için adam başı 3 Euro ödedik. Tepeye yürüme yolunun başlangıcında insanları çıkışa ikna etmek amacıyla “ yol 1 kilometre” dediler ama yol 2,5 kilometreydi.  İki buçuk saatte çıktık, yaklaşık iki saatte indik.  Kaleden aşağıdaki fiyordun görüntüsü çok güzel. Tepeye tırmanmayı yarıda bırakıp dönenlerde var, tepeye kadar çıkan ileri yaşta insanlar da var. Eğer oraya giderseniz görmeniz gereken bir yer. Bu kaleye çıkış noktasının içinde olduğu tarihi kentte kafeteryalar, hostellar ve benzeri var. Fiyordun karşı tarafında da güzel bir sahil şeridi var. Bu sahil şeridi yolunun etrafında eski kiliseler var ama bu yoldan yürümek çok zor.  Şöyle anlatabilirim bunu.  Yol çok dar, yayalar için yürüme kaldırımı yok. Yolun darlığı şöyle ki iki aracın karşılaştığı bir noktada daha küçük olan araç duruyor, geri geri gidip karşıdan gelenin yanından geçip gitmesine izin veriyor sonra kendisi devam ediyor. İki araç yan yana geçebilirken de aralarında sanki bir karış kadar boşluk kalıyor. Ama birden fazla araç karşılaştığı zaman bu olay daha da zorlaşıyor. En arkadaki araç geri geri gidip bir kenara geçiyor. Onun önündekide geri geri gidip kendine bir yer arıyor. Karşıdan gelen büyük aracın geçmesine izin veriyorlar .Büyük araçtan kasdım midibüs. Minibüsten biraz büyük araç.  Bu yol bir köy yolu filan değil. Asfalt ve kullanılan bir yol. Selçuklu Kuşadası arasındaki yol gibi. Burada güzel ve eski taş evler var.  Yürümek  için yine de güzel. İyi olmayan şu ki her yer yeni inşaatlarla dolu. Korkarım 4-5 yıl sonra oradaki bu güzellikten eser kalmayacak. Kotor’da sık sık Türkçe konuşan insanların sesini duyabilirsiniz. Türk kökenli Karadağ insanları değil Türkiye'den seyahat edenler onlar. Seyahatten döndükten sonra Kuşadası'na uğradığımızda Kuşadası'nın birçok mağazasının sahiplerinin artık işyerlerini açmak için Kotor’a gittiklerini de öğrendik. Kotor’un  çok ilginç ve sevimli kuşları var. İnsanları o kadar ruhsuz görünüyorlar ki bu kuşların sevimliliği şaşırtıyor sonra şunu düşünüyorum “duygusuzlukları sadece olumlu şeylere değil olumsuz şeylere de var ” yani kimse kuşları beslemiyor, korumuyor ama onları kovan da yok.” Yardıma ihtiyacı olan küçük bir sokak köpeğine yiyecek vermemizi anormal buluyorlar.  Ulchin’de sevdiğimiz kocaman bir sokak köpeği 2 saat kadar peşimizde dolaşıp otogara kadar gelmişti ve bize ısrarla kendini sevdirmeye çalışmıştı.  Kuşlar uçarak geliyor ve elinizde tutarak ona uzattığınız yiyecekleri elinizden alıyorlar, çok ama çok tatlılar. Bugüne kadar gördüğüm en tatlı kuşlar bunlar.  Dut yemeyi seven bir insansanız dutları da çok güzel. Dışarıdaki ağaçlardan kendiniz kopararak yerseniz tabii. Çünkü satıldığını çok ender gördüm. Tabii siz ağaçtan koparıp yerken size dilenciye bakar gibi tuhaf tuhaf  bakan insanlara da aldırmayacaksınız. Bu bakışa maruz kaldığımda dutunu yediğim ağaç hiç kimsenin bahçesinin ağacı değildi bunu da belirteyim.  Kotor’dan BAR şehrine gidelim dedik. Bar’ın büyük ve taşlarla dolu bir sahili var. Güzel de diyemiyorum çirkin de diyemiyorum ama o ülke için evlerin sıkışık sıkışık olmadığı , geniş bir alana yayılmış ferah bir yerleşim yeri. Gidin de görün diyebileceğim bir yeri yok ama gitmişken orayı da bir görün isterseniz.  Kotor ve Bar arası 6 euro civarı kadar ödeniyor ve 35 km kadar kısa yol iki saatten az sürmüyor bilginiz olsun. Dar virajlı ve sık sık tepelere tırmanan yollarda trafik de yoğun sayılır.  Kotor’a yurt dışından gelen büyük yolcu gemileri birdenbire insan sayısını 3000  kadar artırıyor, gemiler gidince de birden bire tenhalaşıyor.  Bar’dan Ulchin’e  gidiyoruz. Ulchin tarihi küçük bir kalesi olan ve deniz turizmi için gelen insanların olduğu bir yer. Türkiye'de orta büyüklükte bir AVM'nin bahçesi kadar küçük bir plaj var Ulchin’in içinde.  Kumları çok güzel olan plaj da gördüğümüz insanların çoğu yaşlılar.  Romatizmal hastalıkları olan insanlar buraya tedaviye gelmişler gibi. Podgorica’da otogarda tanıştığımız yaşlı çift bunu söylemişti zaten. Ulchin’de  kaleyi arkanıza alarak sahil boyunca yürürseniz bir iki dakika sonra önünüzdeki yokuşu da çıktığınızda sağa doğru giden yolu takip ederseniz, biraz sonra sahilden giden (yürüdüğünüz yol) yol sola yukarıya doğru dönecek, size sizin yolunuz bitmiş görünecek ama karşıya bakarsanız dağın içine doğru giren dar bir yürüyüş yolunu göreceksiniz. Bu yoldaki ormanlık alana açılmış küçük yürüme yolunda yürürken sağda aşağıda denizi, solda yukarıda ormanı görüyorsunuz. Bu yolu sevdik ama çok dikkat gerektiren bir tehlikesi var. Her yer yılan dolu, yolun eni bir metreden bile küçük olduğu için çalılıklar hemen ayağınızın bir karış uzağında olabiliyor ve buralarda da yılanlar olabiliyor. 1 -1,5 saat kadar yürüyerek Long Beach denen sahil şeridine ulaştık ve bu yolda hemen ayağımızın yakınında 5 yada 6 yılan gördük ve onlar 2 metreye yakın uzunluktaydı. Elimizde yürüyüş yapmak için doğadan bulmuş olduğumuz sopaları bizden daha ileriye doğru tutarak yol üzerindeki kaya parçalarına vura vura yürüdük.  Sopaların çıkardığı sesler hem yılanların uzaklaşmasını hem de bizim onları görmeden üzerlerine basmamızı önledi. Her iki taraf için de tehlikeli bir durum yaşamamızı engelledi yani. Yürürseniz mutlaka sopalarınızı bulun ve yere vurarak ses çıkararak gidin. Biz hemen ayağımızın yanında beş altı tane yılan gördük ama ayrıca çalılıkların, otların arasından onların çıkardığı sesleri 30-40 kez duyduk.  Long Beach tanınan bir yer . Türk insanı için bir önemi olmaz ama o ülke için önemli sayılır çünkü ülkenin kendisi Konya'nın 3'te biri kadar küçük bir ülke ve her yerde böyle sahil olmadığı için bu sahil şeridi o ülkeye bir nimet sayılır. Sanırım 2-3 kilometre vardı sahil. Long Beach’ten geriye normal yoldan yürüyerek döndük. “Bir toplu taşıma aracı var mı” diye sorduğumuz genç “yok” dedi. Biz yürüyerek dönerken yolda iki kez minibüsü gördük. İlginç ama insanlara “şuraya giden otobüs var mı” gibi bir soru sorduğunuzda hemen” taksiye binin” diyorlar. Ulchin’den tekrar Priştina’ ya dönme zamanımız geldi çünkü uçağımız Priştina’dan kalkacak. Yine aynı sorunu yaşadık. Otogar görevlisine iki ayrı günde tekrar tekrar sorduk. Priştina’ ya Ulchin’den Saat 16:00 da ve saat 18:00 de otobüs var dedi. Hatta bunu bize kağıda yazarak verdi.  Prizren'de otogardaki efendi otogar danışmanı Türk bize “Ulchin’den  Prizren’e sabah da otobüs var” demişti ama

bunu bir türlü Ulchin otogar görevlisinden doğrulatamadık.  Priştina’dan  Podgorica’ya gitmek gibi bilgi eksikliğini aynen yaşattılar bize. Biletimizi Saat 16:00 için aldık ama sabah da varmış bilet. Bunu da sonradan öğrendik. Üstelik “daha erken saatte var mı?”  diye defalarca sormamıza rağmen. Sanırım bizim ertesi gün için soracağımızı algıyamadılar ve sabah otobüsü gitmiş olduğu için ısrarla diğer saatleri yazdılar. Bunu düşünüp “yarın için soruyoruz” da dedik ama yine de anlatamadık. Hatta bizi anlayamadıkları için moralleri bozuldu. Yolculuk 7,5 saat sürdü. Arnavutluk sınırına girinceye kadar bu yolda çok yorucuydu. Çok çok virajlıydı. Yıllardan sonra ilk kez “araba tuttu”  dersek belki anlayabilirsiniz. 297 kilometreyi 7,5 saatte nasıl gidilir açıklayım. Buna neden olan şey sürekli dağlara inip çıkılması. Bundan dolayı hız yapılamıyor. Hiç değilse Karadağ bitince yol biraz daha güzeldi. Hatta yolun Arnavutluk  sınırları içindeki bölümü Karadağ yolları ile kıyaslanmayacak kadar iyiydi. Ayrıca bu yol Podgorica’ya gittiğimiz dağ yoluyla kıyaslanamayacak kadar iyiydi. Kosova'ya yaklaşırken yağmur başladı. Öyle böyle yağmur değil tam bir fırtına.  Havada şimşekler, gök gürültüleri var.  Sonunda Priştine otogarına ulaştık ve otogardaki küçük marketten 2 şemsiye aldık, yürüyerek Hostel’a gittik. Ertesi sabah da havaalanına giden otobüs yoktu. “Yürüyelim yoldan bineriz” dedik, yaklaşık 2 saat kadar yürüdük ve yanımızda bir otomobil durdu.  Ona bindik. 6 Euro'ya bizi Havaalanı yakınında bıraktı.  Otomobilde yol boyunca İbrahim Tatlıses'i dinliyordu.  Uçağa binip Türkiye'ye ulaşınca “tatilden geliyormuş gibi değil tatile gidiyormuşuz” mutluluğunu yaşadık. Dünyanın o kadar farklı yerlerini görmüş insanlarız ki hiç bu kadar beğenmediğimiz seyahatimiz olmadı. Bu arada çok sevimli bir adam tanıdık, size de tanıtayım.  Piriştina da otogar yakınında gezerken sevimli yaşlı bir adam bize otogarı sorduğunda otogar zaten yanımızdaydı. Biz de ona gösterdik. Yanımızda bir kaç adım yürüdü ve hemen yan tarafa çimenlerin üzerine eğilip oradan eline bir şey aldı. Sonra aldığı şeyi bize gösterdi ve altın buldum der gibi sevinçli bir davranış gösterdi. Hatta üzerindeki ayarı gösterir gibi bir şeyler yaptı ve o kolyeyi bize uzattı.  “Siz bana sigara alın, ben de bu  altını size vereyim,  satarsınız “ gibi bir şeyler ifade etmeye çalıştı. Zaten elindeki altın değildi. Ayrıca o altın olsa onu bir paket sigara karşılığı verecek biri de hiç değildi.  Israrla elindekini arkadaşımın avucuna vermeye çalışıyordu. Anladık ki bizi kandırmaya çalışıyor.  Hemen altınını ona geri verdik ve uzaklaştık. Bizi epey güldürdü. Bu ülkelerdeki en sevimli insanların başındaki bu amcacık bir dolandırıcı idi ama ikimiz de şunu itiraf ettik. Çok ama çok sevimliydi. O kadar sevimliydi ki anlatamam. Bize ilginç bir anı bıraktı .
Aşağıdaki km bilgilerinde bazen 5-10 km farklılıklar olabiliyor. Bazı araçların yolu farklı olabiliyor.
Kosova Priştinadan Karadağ Podgorica 320 km
Priştina’dan Prizren 84 km
Podgorica’dan Budva 64 km
Budva’dan Kotor 23 km
Kotor’dan Bar 61 km
Bar’dan Ulchin 27 km
Ulchin’den Kosova Priştina  297 km

                                  BU SEYAHATİN DAHA ÇOK FOTOLARI için linki tıklayınız.
                          https://www.facebook.com/seyyah.yollarda.52?fref=ts
                                                           
Ulchin'e Longbeach'den dönüşte kullandığımız normal yolun kenarından manzara.
                                  Kotor'da dağa antik kaleye çıkarken aşağıdaki fiyordun görüntüsü.

26 Ocak 2014 Pazar

yıllar önce Suriye ve Ürdün seyahatinden


Ammanda

Sabah otelde uyandığımızda sular kesikti.az az gelir gibi oldu.Arkadaşım 2 kez duşa girip su yok diye geri çıktı. Bu odada daha önce de kalmıştık ve o zaman sadece birkaç böcekle karşılaşmıştık. Dün gece ise ortalık böcek kaynıyordu. Etajer dış görünüş olarak temiz görünsede her çekmecesi sanki böcek apartmanı gibiydi.100-150 böcek rahat vardı içinde.Kardolabın içinde de öyle. Böceklerden hiç korkmayan insanlar olmamıza rağmen bu kadarı hayal bile edilemeyecek kadar çok. Sivrisinek ilacımızı yatağın etrafında yerlere kadar sıkıyoruz ancak öyle uyuyabiliyoruz. Sabahleyin 3-4 kez oteli altüst edip oteciyi arayan ve sularla ilgili sorunun ne olduğunu ne zaman halledileceğini sormak isteyen arkadaşıma bir otel müşterisi araması için duvardaki telefon numarasını gösteriyor ve arkadaşım adam beni bir türlü anlamadı ben ona otelciyi sordum suları sordum o bana duvardaki telefon numarasını gösteriyor diye dönüyor. 3-4 kez duş için hazırlık yapıp duş alamamış hatta borularda kalan suyla ıslanıp çıkmak zorunda kalmış, yüzümüzü yıkayamamış, tuvaleti dahi kullanamamış  bir halde, sinirlerimiz ayakta vızır vızır gezen hamam böceklerinin arasından sıyrılıp odadan çıkmaya çalışırken odanın çok yüksekte olan demir çerçeveli penceresine çok sert biçimde kafamı çarpıyorum. Tamamen bir şans eseri olarak kafam kanamıyor sadece şişiyor. Birkaç ay önce aynı odada kalmıştık.. Bu defaki gelişimizde ısrarla fiyatı sormamıza rağmen anlamazlığa gelen otel sahibi “geçen defakinin aynısı mı? “sorumuza evet diyerek cevap vermişti. Öedyeceğimiz parayı da hazırlayıp otelin kapısının önünde otelcinin gelmesini bekliyoruz. Otelcinin yanındaki genci gören arkadaşım “işte bu çocuğa bir türlü derdimi anlatamadım ama galiba otelciyi bulup getirmiş” diyor. Otelci bizim yanımıza hiç uğramadan otel kapısının dışında olan giriş katındaki ofise dalıyor biz de peşinden.Adam hızla arka tarafa geçiyor ve su vanasının açıldığını gösteren sesi duyuyoruz. O zaman anlıyoruz ki adam suyu kapatıp gitmiş. Daha önceki kaldığımızda da yine kısa süreli su sorunu yaşamıştık ama bunun otelcinin kendisi tarafından yapıldığı aklımıza gelmemişti ve daha kısa sürdüğünden fazla rahatsızlık yaşamamıştık. Adama hem şeşkın hem kızgın “suyu sen mi kapattın” diyoruz” “evet” diyor. “Telefon numaram duvarda yazıyor ihtiyacı olan arıyor o zaman gelip açıyorum “diyor. Duyduklarımıza inanamıyoruz. Böyle saçmalık mı olur biz her banyo kullanacağımızda tuvalet kullanacağımızda seni mi arayacağız” diyoruz “ortada sorun yok niye sorun yaratıyorsunuz” diyor üste çıkmaya çalışarak. Sabrımız artık tükenmiş durumda, biran önce uzaklaşalım yoksa sinirlerimize hakim olamayacağız diye  parasını bankonun üzerine bırakıyoruz. Bizden önceki gelişimizin 2 katı para istiyor  Hem sabaha dek böceklerin içinde kal hem susuz kal hem iki katı para öde..Sinirle  bankonun üstüne bıraktığımız parayı geri alıyoruz .Polis çağır diyoruz. Otelci polis çağırmak istemiyor ama biz istiyoruz hatta elimizde Ürdün sınır kapısından 20-25 km sonra otostop yaparken bizi arabasına alıp amman’a getiren üst rütbeli bir polisin telefon numarası var .”eğer sen çağırmazsan biz arkadaşımızı çağıracağız “diyoruz. Yaptığı marifetlerin farkında olan otelci geri adım atıyor. Bu kadar kızmanıza gerek yok gibi birşeyler söylüyor. Önceden hazırladığımız birkaç ay önce  aynı odaya ödediğimiz parayı tekrar sinirle bankoya fırlatıyoruz Aslında hiç para vermemeyi hakediyor ama yine de veriyoruz Söylene söylene çıkıyoruz.Hala arkamızdan ben size en iyi odayı verdim orası aile odası diyor. Odadaki yataklara kadife battaniyeler ve abajur koyunca orası aile odası oluyormuş demek ki. Etajer ve dolap zaten böceklerin gökdeleni gibi. Ha uydu yayını olan bir televizyon var harhalde ondan dolayı aile odası oluyor. Dönüp “ödediğimiz paranın faturasını ver polise gidip senin ne yaptığını anlatacağız” diyoruz kararlı tutumumuzu gören otelci bu defa yalakalığa başlıyor. Ama polise gitmek tehdit etmek için söylediğimiz birşey değil gerçekten kararlıyız. Ara sıra böyle insanlara rastlıyorsunuz ,işlerine gelince hiç ingilizce bilmiyorlar işlerine gelince herşeyi anlıyorlar. Birde yüksek sesle bağırıp çağırarak turistleri utandırıyorlar  biran önce bu durumdan ve yaygaradan kurtulmak isteyen turistler de onların istediğini yapıyor. O kadar kızgınız ki bu olay nereye kadar varırsa varsın sürdüreceğiz. Otelcinin arkamızdan yaptığı yalakalıkların eşliğinde oteli terkediyoruz. Bir süre açık havada dolaşınca biraz şakinleşiyor satın aldığımız şişe suyla elimizi yüzümüzü yıkıyoruz Bu oalyı da uzatmamaya karar veriyoruz.Akabeye gitmek için jet firmasından başka seçeneğiniz yok.Daha önceden bildiğimiz için direk oraya gidiyoruz. Bizdeki en eski tobüsler oranın en lüks otobüsleri. Jet firması da lüks sayılıyor. İki kişi için 15 dinar veriyoruz. Bir otobüse binerken kapıda biletlere bakıp alıyorlar bir de içerde kontrol yapıyorlar. Sanki uçaktasınız. Otobüsün içinde yapılan ikramlarda öyle. Aynı uçaktaki gibi fahiş fiyatlar ödüyorsunuz. Servisi yapan genç kız yolculuğun sonuna doğru elindeki listeyle tahsilatı yapıyor. Birden fazla yolcu ile yaşanan tartışma sanki servisi yapan genç kızın birşeyler çevirdiğini hissettiriyor.Tabiki biz bu sistemi bildiğimiz için yiyeceklerimiz yanımızda.

Akabeye yaklaşırken Yemen ve Arabistan yolunun  ayrıldığı yere yakın bir noktada otobüsümüz polis kontrolü için durduruluyor. Ürdün vatandaşları başka bir tarafa doğru giderken biz birkaç kişiyi ayrı tarafa götürüyorlar. İçerdeki memur bana bir koltuğu işaret ediyor,oturuyorum. Başka bir ülkenin vatandaşı olan arap bir bayan daha var bizimle gelen. Arkadaşım boş kalan tek koltuğu bayana gösteriyor ayakta kalmasın diye. Bayanın oturması ile kalkması bir oluyor. Çünkü memur onu azarlayarak kaldırıyor ve oturması için arkadaşıma işaret ediyor. Arkadaşım o bayan ayaktayken oturmak istemiyor ama bu olay uzarsa bayana fayda değil zarar verebileceğini düşünüp oturuyor.Memur pasaportlarımızı inceleyip bizimle biraz sohbet etmeye çalışıyor. Türklere ve Türkiye ye duyduğu sempatiden bahsediyor. Tekrar otobüse binip yola devam ediyoruz.

Aammandan Akabeye yolculuk
Akabeye ulaşırken aracın kliması aynı şekilde çalışmaya devam etmesine rağmen başlangıçta buz gibi olan otobüs artık sıcaktan bunaltmaya başlıyor.Otobüsden inince cehennem gibi bir sıcakla karşılaşıyoruz.Sıcak sadece havadan değil yerden sağdan soldan heryerden geliyor.Tanrım korkunç bir sıcaklık var.Akabe coğrafik olarak ilginç bir yer.Palmiyelerle kaplı şirin Akabe’de karşı mahalle dediğiniz yer İsrailin Eliat şehri. İlk yolculuğumuzda birde şu mahalleye yürüyelim deyip bir türlü oraya giden caddeyi bulamadığımızda öğrenmiştik bunu.Akabeye yaklaşırken etraftaki manzara şahane.Dağlarda ince şeritler halinde siyah çizgiler var.Ama dil sorununu çözüp bunların ne olduğunu öğrenemiyoruz.Akabenin güzelliğine hiç de uygun olmayan bir insanı var. Esnafından taksicisinden ve sizin bir turist olarak muhatap olacağınız insanlardan bahsediyorum.Çekirge gibi başınıza üşüşüyorlar.Size nefes aldırmıyorlar.Sorularına cevap vermeniz sizi kurtarmıyor daha çok batağa batıyorsunuz.....hangi tarafta? gibi bir soruya “hemen taksiye fiyat sorayım” la başlayıp bütün itirazlarınıza rağmen anlaşmalı taksicisini çağırandan tutun, 15 dakika boyunca kornasını çala çala yanınızda sizinle gelen ve binin binin diye ısrar eden şöförüne önce normal bir hayırla başlayıp sonra avazınız çıktığı kadar bağırmak zorunda kalıyorsunuz.Turizm ofisi nerede dediğiniz bir insan 2 bina ötedeki ofisi göstermeyip sizi peşine takıp ısrarla kendi istediği yere götürmeye çalışıyor.Akabe kızıldenizin başlangıcında hurma ağaçlarıyla süslü güzel bir yer.Ama inanın bu insanlarla didişmek göze alınıp değil Akabe’ye cennete bile gidilmez. Ha...bir de şu var.Siz bir yere gideceksiniz ve oraya dolmuş gidiyor.Taksici ve oradaki halk sizin dolmuşa binmenizi engellemeye çalışıyor.”Dolmuş yok” diyorlar.Siz kendi çabalarınızla ararken onlarda peşinize düşüp sizinle heryere geliyorlar.Sizden önce dolmuşçuyu bulup “bunlardan çok para al “ diyorlar.Siz dolmuşa binip orada oturan ve gideceğiniz yere gitmekte olan insanlara fiyatı sorduğunuzda birbirlerine bakıp size “şöföre sorun” diyorlar.”Niye siz oraya gitmiyormusunuz?” dediğinizde “gidiyoruz” diyorlar. Dolmuşçuya yola çıkmadan soruyorsunuz, sizi anlamazlığa gelip cevap vermiyor.Yola çıkınca insanlar dolmuşçuya paralarını size göstermeden ,sizin ne kadar olduğunu görmenize fırsat bırakmadan veriyorlar.Sonra da dolmuşçunun insafına kalıyorsunuz.Bangladeşli ve hediyelik eşya satan dükkanda çalışan bir gençle tanıştık İsmi münir.Çok efendi bir insan.Baktığımız orta sınıf (sırt çantası turizmi yapanların kalabileceği) oteller çok kötü.Yıllar önce kaldığımız otel iyice kötüleşmiş. O yıllarda varolan turistlerden eser yok.Sanki artık 5-10 lüks turistik otele gelen turistlerden başkası yok.O insanlarda zaten Amman’a uçakla gelip turlarıyla otellerine ulaşıp dışarı çıkmayan insanlar.Çıkacakları varsa da Akabe esnafı burunlarından getirip kaçırmıştır herhalde.Bu arada Akabe özellikle sualtına dalmayı sevenler için çok özel ve önemli bir yer. Kızıldenizin bu bölümü denizaltı bitki örtüsü ve canlıları açısından çok zenginmiş.Hala bakıyoruz ama oteller rezalet. İnsanlar korkunç bunaltıyor.Bir şişe suyu alamıyorsunuz cesaret edip. Önünüzden arkanızdan onları kazıklayın anlamındaki imalı gülüşleri görüyorsunuz. Para o kadar önemli değil ama enayi yerine konmak insanı rahatsız ediyor.Aslında para da önemli çünkü Ürdün ucuz bir ülke değil. Sonunda açlık ve susuzluğa yenik düşerek Mümin’in bize gösterdiği dolmuş durağının yanındaki büfeden falafel yiyoruz. Mümin bizim akabeden Vadi Rum’a gidebilmemiz için taksinin kaça götüreceğini dükkan sahibinin oğluna telefonla sorduruyor. Fiyatın 45 dinar olduğunu duyunca o bile şok geçiriyor.”Bunun değeri 15 dinar civarı olmalı” diyor. Israrla dükkan sahibinin oğluna “bunlar iyi insanlar söylede normal bir fiyat versinler “ diyor ama nafile. Dükkan sahibinin oğlu tam bir Akabe esnafı.Çok yemekten o kadar şişmişki yüzü, gözleri göz değil de iki küçük delik gibi duruyor iri suratında. Dil bilmeyen insanların evrensel dil olan yüzdeki mimiklerden bazı şeyleri anlayabileceğini düşünemiyor.Biz "taksi çok pahalı istemiyoruz" deyince bizimle pazarlığa başlıyor.O kadar ki Mümin dayanamayıp çocuğa bağırıyor ve önümüze düşüp bizi dolmuş durağına götürüyor.Yolda da bir yıl önce bu ülkeye geldiğini anlatıyor. Bazı insanlar için insanlığın önemi olmadığını söylüyor. "Bunların ruhu para" diyor.Bizi dolmuş durağına götürdüğü için patronun oğluyla tartışmalarına üzülüyoruz  "gelme biz buluruz " diyoruz.Ama o ısrar ediyor, bizi durağa götürdükten sonra bir de orada duran bir otobüsün şöföründen Akabe’den Petra’ya giden dolmuşların fiyatını soruyor.Otobüs şöförüyle Arapça olmayan bir dilde konuşuyor. Şöförü görmüyorum ama oda Bangladeşli olabilir. Wadi rum için kişi başı 1dinar ödeyeceğimizi öğreniyoruz.Wadi Rum yol ayrımından da bir araç buluruz diye düşünüyoruz. Biraz döviz bozdurup sonraki dolmuşa bineriz diye düşünüyoruz birkaç otel girişiminde daha bulunuyoruz. Sonuçta Akabeden ayrılmanın daha hayırlı bir iş olacağına karar veriyoruz. Nasılsa daha önceden tanıdığımız kaldığımız bir yer. Biran önce Wadi Rum'a gidelim diye dolmuş durağına geliyoruz. Falafel aldığımız  çocuklar Mısırlı. Şansımıza zararsız insanlar.Sandviçin  içine falafelden başka şey koydurmamaya çalışıyoruz. Her ellerini attıklarını şeye "hayır hayır" diye feryad etmemiz onları eğlendiriyor. Koydurmadığımız şeyler yerine sandviçe fazladan falafel koymaya çalışıyorlar. En son kocaman ve içinden oluk gibi tuz akan tuzluğu kapıp çırpmaya başladıklarında bizdeki feryad iyice artıyor.Hep beraber gülüşerek falafel sandviçimizi alıyoruz. Lezzetli geliyor. Belki de çok aç olmamızdan. 2 falafele 60 kuruş ödüyoruz .Zaten wadi  rumda birşey bulmak daha zor. O yüzden iştahla yiyoruz kendi aramızda da "bak burada da iyiler var" diyerek konuşuyoruz.. İlginç olan bütün iyilerin oraya dışarıdan gelenler olması. Dolmuşa geldiğimizde aynı dolmuşun hala orada olduğunu görüp seviniyoruz. Akşam yaklaşıyor. Bir dahaki dolmuş kimbilir ne zaman dolar. Dolmuşa binip 1 er dinarı ödüyoruz. Başlıyoruz beklemeye. 10 dakika,15-20 dakika yok canım 1 saat yok yok 1,5 hala inanamıyorum hemen hemen 3,5 saat bekliyoruz. İçeride oturan insanların çıtı çıkmıyor. Düşünün İstanbul Ankara ya da herhangi bir şehirde terminale gitmişsiniz bir başka şehrin aracının dolmasını bekliyorsunuz. Bilet satın almak yok, hareket saati yok. Bu 3,5 saatlik beklemede Ürdünlü bir gençle tanışıyoruz.Bize gülümseyerek “kaçıncı gelişiniz” diyor. Sinirle ilk ve son olacak diyoruz.Tabiki bu doğru değil ama konuşmak istemiyor canımız.Neden? diyor başlıyoruz konuşmaya.Şikayetlerimizi anlatınca bende yurtdışında uzun yıllar yaşadım, ülkeme geçen yıl döndüm,benzer zorlukları bende yaşadım ama bunların sebebi buralarda Ürdünlü olmayanların çok olması diyor.Mısırdan filistinden gelenler çok fazla onlar burayı bozuyor diyor.Kendisi turist rehberiymiş ve Petralıymış. Eğer Petra’ya gelirseniz görürsünüz oranın insanı çok farklı diyor.5-6 yıl önce Petrayı ziyaret ettiğimizi tabiki söylemiyoruz ama aynı sözleri o zamanda Petrada duyduğumuzu hatırlıyoruz. Bir bayan bizim ülkemizi Filistinliler mahvediyor demişti biz de kulaklarımıza inanamamıştık. Sonuçta o bayanında bizimde anadilimiz ingilizce değil herhalde bir yanlış anlama oldu diye düşünmüştük.Rehberlik yapan bu ürdünlü gence “biz filistinlileri seviyoruz onlar iyi insanlar,şikayetçi olduklarımız sizin halkınız diyoruz.Daha önceki seyahatimizde tanıştığımız filistinlilerin bizi minibüslerine alıp (sanırım işyerlerine ait olan bir minibüstü) götürürken gözleri dolarak Lut gölünün karşı yakasını gösterip orası bizim ülkemiz Filistin deyişlerini hatırlıyoruz. Ekonomik durumlarının çok kötü olduğu hemen anlaşılan bu 4-5 kişi yollarından çıkıp bizi gitmemiz gereken yere kadar götürmüşler, bindiğimiz dolmuşta da bizi kandırmasınlar diye önceden gideceğimiz yerin fiyatını öğrenmişler ve bize fazladan para vermememizi tembihlemişlerdi. Bize yolda yememiz için birşeyler almaya kalkışmışlar biz de arkadaşımın henüz hiç kullanmamış olduğu yeni gömleğini o günün hatırası olsun diye birine  hediye etmiş ve kabul etmesi için de ısrar etmek zorunda kalmıştık.Rehber çocuk biraz çark edip tabiki iyileride var biz de onları seviyoruz filan diyor.Akabede bu seyahatimizde karşılaştığımız birkaç iyi insanın da bu gencin “onlar ülkemizi bozuyor” dediği yabancılar olması dikkatimizi çekiyor.Petradaki bayan İsraillilerin iyi insanlar olduğunu da söylemişti.Şüphesiz insanların iyi ya da kötü olması milletiyle bağlantılı bir konu değil.İyi insan da kötü insanda her toplumdan çıkar.Ama Petradaki bu İsrail hayranlığı bizi o zamanda şaşırtmıştı yine şaşırttı. Sonra öğrendik ki Petra’ya İsrailden çok turist geliyormuş.Hayranlığın sebebinin para olduğu sonucuna varıyoruz.Bu genç Petraya gittiğimizi hala söylemediğimiz için sürekli bize Petrayı övüyür.Aslında Petra için ne söylense azdır.Petra vadi musa denen yerleşim yerinin yanında bir antik kent. Selçuk ilçesi ve Efes antik kenti gibi. Dünyanın en güzel en ilginç yerlerinden biri. Metrelerce yükseklikteki oldukça uzun bir kanyondan yürüyerek antik şehre ulaşıyorsınız.. Bu devasa şehri gezmek için biletler 1 günlük 2 günlük ve 3 günlük olarak satılıyor. Şu anda fiyatını hatırlayamıyorum ama ciddi ciddi fahiş bir fiyatı var. Sanırım artık bazı geceler  sadece giriş bölümünde yapılan bir ışıkgösterisi de varmış Etraftaki dev tapınaklar ,anfitiyatro, kayalardaki evler yani herşey birtek taş taşınmadan kayalar oyularak yapılmış. Etrafta turistleri gezdirmek için dolaşan deveciler var. Arasırada eşekler.Daracık patikalardan bazen eşeklerin sırtında geçen turistler var.Ama öyle tehlikeli yerler varki sanırım oraları yürüyerek geçiyorlar.Antik kentin sonlarına doğru yollar iyice daralıyor.Hemen aşağıda metrelerce uçurumlar var. Kentin en sonunda bir kafeterya var. Güzel bir yer, hediyelikler de satılıyor. Biz kafeteryalardan hoşlanmadığımız için oturmamıştık ama oraya gelinceye kadar pili bitenler herhalde bu kafeteryayla karşılaşmaktan çok memnun oluyorlardır. Bazı insanlar bir günlük bilet alıp antik kentin giriş  taraflarını gezip dönüyorlar bazıları ise 2 ve 3 günlük. Ancak 3 günlük biletle tamamı gezilebilecek şehri biz bir günde gezip bitirmiştik. Üstelik gitmediğimiz köşe kalmamıştı.Bunu hiç dinlenmeden sabahın köründen akşama kadar 5 dakikalık bir yemek molası vererek yapmıştık .Yemeğimiz ve suyumuz yanımızdaydı tabi.Bu arada Petra antik kentinde suyun çok pahalı olduğunu hatırlatalım.Petranın kırmızı ağırlıklı renkli kayaları çok ilginç bir görüntü oluşturuyor. Bu renkli kayalar kolayca elle ufalanıyor ve bu ufalanan kayalardan elde edilen kumlar küçük şişelerin içine akıtılarak develer, manzara resimleri gibi hediyelikler yapılıyor. Bu hediyelikler Ürdün genelinde çok popüler.Herkes birparça kaya koparırsa yada koparılmasına sebep olursa bu kentin hali ne olur diye düşündüğümüzden çok güzel şeyler olmalarına rağmen o hediyeliklerden ve turistlerin hatıra diye yerlerden topladıkları kaya parçalarından almamıştık. Sonuç olarak Petra görülmesi gereken biryer.Ama seyahatlerde herzaman bağımsızlığı önermemize rağmen sözkonusu Akabe ve Petra olunca bu ikisinin turlarla gezilmesinde fayda görüyoruz. Çünkü Petrada Akabe gibi. Fiyat yazma geleneği yok. Turistlere herşeyde farklı fiyat uyguluyorlar. Araplara başka ,başka ülkelerin araplarına başka, müslüman ama arap olmayanlara başka ,avrupalılara başka .yani her insana göre ayrı kazık atma tarifeleri var.Tabiki böyle şeyler yapmaya çalışan insanlar Türkiyede de vardır ama buraları korkunç yapan bu organizasyonda halkında yer alıvermesi bunun bir parçası oluvermesi.Bir yerden henüz alışveriş yapmış bir insana elindekinin kaç lira olduğunu sorduğunuzda size direk satıcıyı gösteriyor hani atacağı kazığa o karar verir diye.Bir dolmuşa bindiğinizde aynı yere gitmesine rağmen kaç lira diye yanınızdakine sorduğunuzda size “bilmiyorum şöföre sor” diyor. İşte bunlardan dolayı turla gitmeniz önerilir ama biz hernasılsa kaldığımız otelden memnun kalmıştık.Eğer hala açıksa ve hala aynı insanlar işletiyorsa yine kalınabilir. Mesleği rehberlik olan genç antipropoganda yapacağımız endişesiyle olsa gerek çok üzülüyor.Wadi rumda arkadaşlarının kampları olduğunu söylüyor.Bir tane kuzeninin bir tane de arkadaşının. Wadi Rum inanılmaz güzel bir yer.Kocaman bir çöl ve içinde kanyonlar var .birbirinden kilometrelerce uzakta 4-5 adet camping.Bedevi çadırlarından oluşmş bu kamplarda çadırlar otantik olsa da gece boyunca ışıl ışıl yanan ışıkları bazen müzikleri hatta yüzme havuzlarıyla fazla turistik duruyorlar.4x4 jiplerden başka hiçbir aracın yol alamadığı (develer hariç) çölde  geceleri jiplerin ışıklarını görüyorsunuz. Bu kamplar farklı kanyonlara turlar düzenliyorlar.Kahvaltı ,yemek ve çadırda konaklama 15 dinar. Petralı genç arkadaşının kampının adını veriyor Mola yerindede bize meyve suyu ısmarlamakta ısrar ediyor. Ayıp olmasın diye kabul ediyoruz.Wadi rum yol ayrımına ulaştığımızda hava kararmak üzere.Biz dolmuştan inerken bir başka genç daha iniyor.Bizim rehber çocuk ona bizimle ilgili birşeyler tembihliyor.Petraya gidince uğramamızı sıkısıkı tembihleyerek bizi yolcu ediyor ve kendide dolmuşla petraya doğru yoluna devam ediyor.

Wadi Rumun girişinde bekleyen 3-5 kişi koşuşturup nereye gideceğimizi soruyor. Kendisine emanet edildiğimiz çocuk  da bizi onlara emanet edip bir yükten kurtulmuş oluyor. Çünkü çocuk tek kelime ingilizce bilmiyor. Yanımıza gelenlere “Semih’in kampı” diyoruz.Bir tanesi hemen o benim arkadaşım deyip telefonuyla Semihi arıyor.Rehber genç iki kişi 15 dinar demişti ama telefonda Semih 2 kişi 30 dinar diyor.Bizimde önceki bilgilerimize göre iki kişi 15 dinardan fazla etmeli ama 30 dinarda çok fazla geliyor.Gidip Wadi rumın girişindeki köyde köylülerin evinde 2 kişi 15 dinara kalabiliriz  diye düşünüyoruz.


 

Wadi Rum’a doğru yürüyoruz.Hava kararıyor.Neredeyse gece olacak.Akabede çok bunaldığımız için hala sinirlerimiz bozuk.Eğer kalacak biryer bulamazsak çöle girer çölün başlangıcındaki köyün yakınlarına çadır kurarız diye konuşuyoruz ama kendimizde bunu mantıksız buluyoruz. Gece çölde rastgele yere çadır kurmak çok tehlikeli çünkü gece turları yapan  ve turist taşıyan jeeplerin nereden geçeceği belli değil. Doğal olarak bomboş bir çölde gezen araçlarda sadece kendileri gibi gezen araçların ışıklarını farkedebilir. Bizi ısrarla dolmuşuna almaya çalışan bir dolmuşçu sonunda umudunu kesip gidiyor. Otostop yapıyoruz. Bir jeep durup bizi alıyor.Direksiyonda genç bir çocuk. Çöle gitmeden önce yol üzerindeki bir köye evlerine uğruyor. Ona kampları soruyoruz.Yok denecek bir ingilizceyle cevap vermeye çalışıyor. Kendinin de çöle gideceğini ve gece orada kalacağını söylüyor. Orada bizde kalabilirmiyiz diyoruz. Bize birşeyler anlatmaya çalışıyor ama anlaşamiyoruz. Sonra telefonla birisiyle konuşuyor ve telefonu bize uzatıyor. Yarım yamalak bir türkçe duyuyorum. Daha önce çalıştığı yerde bir türk arkadaşı olan ve ondan biraz türkçe öğrenmiş birisi telefondaki. “Siz çölde bekleyin ben geleceğim “diyor. Zaten yapacak birşey yok. Gece oldu.

Çöle giderken para ödeyerek geçilen bir geçiş var.Daha önce oraya gittiğimizde para ödemeden geçmiştik çünkü o bina henüz inşaattı. Artık bitmiş ve para ile geçiliyor.İki kişilik parayı ödeyip yola devam ediyoruz. Bizi götüren genç wadi Rumda koruma altına alınmış “Oraks “denen oğlaklarla ilgili çalışıyormuş. Bize oraksların fotoğraflarını gösteriyor. Çöle ulaştık ama ulaşmadan önce bir bakkaldan alışveriş yaptık .Biraz yiyecek ve içecek aldık. Bizi götüren gence de birşeyler isteyip istemediğini sorduk ama istemedi. Artık çöldeyiz. Hoplaya zıplaya gidiyoruz artık köylerin ışıkları filan görünmüyor. Zifiri karanlık değil tabiki. Yıldızlar pırpıl pırıl parlıyor.O kadar çok yıldız var ve o kadar etrafımızı sarıp sarmalamışlarki o görüntü hem büyülüyor hem de heran kafamıza yıldız düşecekmiş gibi ürkütüyor. Hava normal sıcaklıkta.Genç arkadaşımız etraftan bulduğu otlarla ateş yakıyor.Aslında etrafta otta yok ama nasıl buluyorsa buluyor. Biraz sonra bir jeep yaklaşıyor.Işığı ta uzaktan farkedilen bu jeeple telefonda konuştuğumuz kişi ve birkaç arkadaşı geliyor.Bembeyaz  giysili bedevi arkadaşlarla tanışıyoruz. Yüzyüze daha iyi anlaşabiliriz diye düşünüyoruz. Gelen kişi de bizim gençle aynı işi yapıyormuş.O da orakslarla ilgili çalışıyormuş.Çay yapıyorlar 5-6 kişi birlikte çay içiyorlar. Arkadaşımda içiyor.Çok lezzetli olduğunu söylüyor ama ben hayatımda çay içmediğim için bu zevkten mahrum kalıyorum. Biraz sohbetten sonra genç arkadaşımızla başbaşa kalıyoruz diğerleri gidiyor. Tekrar jeepe binip çölün daha içlerine gidiyoruz. Artık etrafta çok çok uzaklarda bir turist kampının belli belirsiz ışıklarının dışında hiçbir ışık görünmüyor. Oraksların koruma altına alındığı bölgenin yanında duruyoruz..Burası turistlerin gezdiği alan değil. Etrafı tel örgülerle çevrili büyük bir arazi. Tel örgünün hemen dışında araziye yatağını seren arkadaşımız siz nerede isterseniz orada yatın diyor. İsterseniz sizde yerde yatın isterseniz jeepte yatın diiyor. Biz jeepte yatmayı istiyoruz.etrafta hiçbirşey yok. Allahtan tuvalete Akabede gitmişiz diye gülüşüyoruz. Anlıyoruzki genç arkadaşımız bize “benim kaldığım yerde kalabilirsiniz ama orada su,elektrik,tuvalet vebenzeri hiçbirşey yok” demeye çalışıyormuş ve evlerine uğradığımızda jeepin arkasına koyup sonra bize söylemek istediklerini anlatamayınca geri indirdiği kamp yatağı benzeri yataklar bizim içinmiş. Bizim uyku tulumlarımız var diye işaret ettiğimiz için onları indirmiş. Gece kanyonlardan gelen sesler beni şaşırtiyor, bu müzik sesi nereden geliyor diye aranıyorum arkadaşım o sesin kanyondan esen rüzgarın sesi olduğunu söylüyor.İnanılmaz ,büyüleyici bir ses.Daha önce çöllerde kaldığımda duymadığım bir ses. Demekki kanyonların hizasında biryerlerdeyiz. Yıllarca dinlesem bıkmam bu sesi.Gece yıldızları seyrederek uyuyakalıyoruz.Akabedeki stresden sonra bu huzur ve bu iyi insanlar bizi gevşetiyor. Gece donarak uyanıyoruz. Daha öncede çöllerde çok kalmamıza rağmen bu defa daha çok üşüyoruz. Hava buz gibi.Sabaha kadar zangır zangır titriyoruz. Ellerimizle hızlı hızlı vücudumuzu ovarak ısınmaya çalışıyoruz.Sabah güneş doğarken yanımıza bir jeep yaklaşıyor içinden inen adam namaz kılmaya başlıyor.Genç arkadaşımız orakslarla ilgili işlerini yapıyor.Onların bakımı ile ilgileniyor.Onların saydığında bir tanesi eksik çıktığı için kayıp olanı arıyor. İşlerini hallettikten sonra yine diken kökleriyle bir ateş yakarak oraks sütünü ısıtıp yanında da ekmek kızartıyorlar. Yemek hiçbir zaman ilgi alanıma girmemiştir.Ama o oraks sütü benim gibi bir insanı bile hayran bırakacak bir lezzete sahip. Diken ateşinde kızartılmış köy ekmekleri öyle tatlı bir koku ve lezzete sahip ki dünyada eşi benzeri yoktur. Çok gelişmiş bir damak tadı olan arkadaşımda aynı şeyleri düşünüyor. İkimizi de böylesine etkileyen kahvaltı sonrasında bizi bütün gün gezdirmek istediğini söyleyen genç arkadaşımıza teşekkür ediyoruz. Çölde uyurken kullanması için uyku tulumlarımızı ona hediye ediyoruz. Biz nasılsa yenisini alırız. Bu iyi kalpli genç bizi tekrar yola kadar getiriyor. Vedalaşıyoruz .Türkiyeye beklediğimizi söylüyoruz.

 

Wadi Rumdan Amman’a

Wadi Rumdan tekrar Akabe Amman yoluna çıkıyoruz. Jet Firmasının Akabeden ammana giden otobüsü yoldan yolcu almıyor Amman için Akabeye gidip binmek gerekiyor..En az 20 km Akabeye kadar gidip 20 km de Akabeden bindiğimiz noktaya kadar geri gelmemiz gerekiyor .Böyle birşey manasız geldiğinden gerekirse yürürüz deyip gülüşürüyoruz. Bir özel oto durup nereye diyor.Ammana diyoruz.Gelin diyor biniyoruz.Amman 45 diyor sonra 40 dinar diyor hayır deyip iniyoruz.Yürümeye başlıyoruz 10-15 adım atıyoruzki aynı araç yine yanımızda bitiyor.İlk binişimizde 5-6 yaşlarında bir erkek çocuğu ve şöförün olduğu araçta bu defa şöför yanına oturmuş bir gençdaha var.Yarım yamalak ingilizcesiyle Ammana gidecekmisiniz diyor yok diyoruz.Şöför ısrarla çocuğu dürtüp pazarlık yapmasını istiyor.45den 35e 30a 25e düşüyorlar.Otobüs bile 10 dinara gidiyor diyor çocuk.Biletimizi çıkarıp daha dün geldik iki kişi 15 dinar diye gösteriyoruz. Bu defa otomobilin otobüsten daha konforlu olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.Bizim için farketmez biz otobüsü bekleriz diyoruz.Şöför bilete bir kez daha bakıp bize gelin işareti yapıyor.Otomobilin içine girince keskin bir gaz kokusu duyuyoruz.Araçta bir çocuk olması durumu açıklıyor.Çünkü diğerleri iki yetişkin erkek.Yol boyunca 15-20 dakika aralarla sık sık o kokuyu duyuyoruz. Hemen camı açıyoruz.Aramızda “bir çocuk ne yerde bu kadar koku çıkarır” diye konuşuyoruz.Bazen koku mide bulandıracak kadar yoğun oluyor.Bizim beraber aynı anda şöförde camını açıyor.Kokunun yoğunluğu ve sıklığı şöföründe tetikte oluşu çocuğun bir rahatsızlığı olduğu sonucuna vardırıyor bizi.Çocuk arkada yanımızda oturuyor,camlar açık ve esintide arkaya doğru. Çocuğun kokusunun bizden önce öne ulaşması mümkün değil ama şöför bazen bizden önce camı açıyor.Anlıyoruzki 4 saat kadar süren yolculuğumuzdaki adeta röleli oda spreyi gibi çalışan kokunun kaynağı şöförümüz. İçimiz dışımıza çıkıyor.Ama çare yok katlanacağız.Yol boyunca bir sürü insan inip biniyor arabaya.Bazıları bazen fiyatı beğenmeyip binmiyorlar.Bazıları anlaşarak binmelerine rağmen inerken aralarında tartışmalar oluyor. Akabe Amman yolunda doğru dürüst araç yok Belki bu yüzden böyle bir sistem yerleşmiş çünkü kimse yadırgamıyor.Yanına aldığı yolculardan biri şöföre benden çok para alacağına turistlerden alsana diyor. Sık sık ecnebi,seyyah(turist).akabe,jet (Akabeden Ammana giden firmanın ismi) kelimeleri geçiyor aralarında. Şöför onlar biletlerini gösterdi daha fazla vermiyorlar diyor.Tanıdığımız isimler ve tavırlardan bizimle ilgili konuştuklarına hiç şüphemiz yok.Zaman zaman bizden başka yolcu olmadığında arkada uyuklayan oğluna seslenip sürekli onu rahatsız ediyor.Çocuğu bir dakika rahat bırakmıyor. Masum yüzlü çocuk bir türlü kafasını çevirip yüzümüze bakmıyor babası da onu bir dakika rahat bırakmıyor.Çok ilginç bir adam. Ammana ulaştığımızda şehrin dışlarında bir yerde bizi indiriyor.Para üstünü 3-4 dinar eksik veriyor.Arkadaşımın kararlı tavrı karşısında 1 er dinar geri vererek herbir dinarda bir kez daha şansını deniyor bu arada da sırıtmayı ihmal etmiyor.Paranın üstünü tam olarak alınca söylene söylene iniyoruz.Artık Ammandayız biran önce Suriye Şam’a gitmek istiyoruz.

Şama gidiyoruz

Ammandaki Şam dolmuşlarının kalktığı abdali istasyonuna gitmek için hangi yöne doğru yürümemiz gerektiğini sorduğumuz herkes istisnasız “taksi ile gidin” cevabını veriyor.İnsanlar bir adım atmaya üşeniyor.O yüzden heryer taksi ve dolmuş kaynııyor.Taksiler çok ucuz ama bizim için değil tabiki. Bize ilk fırsatta kazık atmaya çalışıyorlar. Taksicilerle kavga etmek istemediğimiz için binmiyoruz çünkü göz göre göre enayi yerine konmaktan hoşlanmıyoruz. Elimizde Amman Turizm Bakanlığının hazırladığı sınır kapısında aldığımız harita var.Turistler için hazırlanmış ama sadece arap turistlere.Çünkü latin harfleriyle yazılı değil.Hepsi arapça. Yarım yamalak arapça okumamızla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.Zengin bir mahalleden geçiyoruz.Eğitimli oldukları her hallerinden belli olan gençlere  soruyoruz cevap olarak “önce haritanın üzerinde nerede olduğumuzu siz bize gösterin” diyorlar.İnsanların çoğu bir arka sokağın  adını bilmiyor.Sonunda Abdaliyi bulduk.İki ay önce adam başı pazarlıkla 10 dolar ödediğimiz Şam için 17 dinardan kapı açıyorlar.Daha birkaç ay öce 10dolara gittik deyince inanmıyorlar yalan söylediğimizi ima ederek “o altı sene öncedir “diyorlar.Pasaportumuzu gösterip 2 ay önce orada olduğumuzu ispatlayınca “o zaman turist yoktu “diyorlar.Yani artık burnumuz büyüdü anlamında bir söz.İnat ediyoruz uzaklaşıyoruz.Yol üzerinde başkalarıyla da konuşuyoruz.Son olarak adam başı 12 dinara anlaşıyoruz.Takside bizimle beraber bir kadın ve bir erkek var.Değişik insanlar.Kadın o topluma göre çok rahat hareket ediyor.Gidip şöförün yanına oturuyor.Yayıldıkça yayılıyor.Neredeyse şöförün kucağına yatacak.Onun bu hareketleri şöförü de rahatsız ediyor.Başlangıçta yaptıkları üçlü sohbet neredeyse duruyor.Hele Ürdün sınırında ve suriye sınırında bu kadın ve erkeğin ortadan kaybolup herbirsınırda 1,5 saat olmak üzere toplam 3 saat belki de daha çok ortadan kaybolmaları hem şöförü hem bizi deli ediyor.Ne gümrükteki sıralarda ne de freeshop ta yoklar.Şöförle beraber arıyoruz,bulamıyoruz.Şöför yaptıkları tartışmada bizi de göstererek “onlarda kaç saattir sizi arıyor” diyor kızgınlıkla.Kadın hiç geri kalmıyor edepsizlikte.Biraz sonra birşey yokmuş gibi şöföre sırnaşma hareketlerinde bulunuyor ama adam çok kızgın.Şöförün çalan telefonundan endişeli bir kadın sesi duyuluyor.Normal yolculuk süresini bir hayli geçiren kocasını merak eden kadın sesi. Uzun süren sessizlik sonunda Şam’a ulaşıyoruz.Yine orası burası birazda şu tarafa doğru yürüyelim derken bir araca binmeyi unutup kendimizi otele kadar yürümüş buluyoruz.20 km kadar bir yol.Al Rabia’da odalar ve çatıdaki dormilerde dahil yer kalmamış.Sahibi çalışanlara yere yatak koyun diyor.Çatıdaki yataklar normalde somyaların üzerinde. Çalışanlar utana sıkıla adama bakıyorlar.Bizim o şekilde kalmak istemeyemeğimizi düşünüyorlar.Adam bizi daha öncesinden hatırlıyor.”Onlar seyyah,onlar orada da kalır “diyor.Sonra dönüp ingilizce olarak bize durumu anlatıyor. Al rabia çok güzel bir otel.Oraya giden insanı yer yok diye göndermemek için her yolu deniyorlar.Otelin farklı standardlarda odaları var.Çok lüks odaları da var orta karar odaları da var.Çatı dormisi ise gerçekten temiz ve ferah. Otelin ortasında otantik bir şekilde düzenlenmiş hoş bir bahçesi var.Otel dahilinde alkol yasak.Bu nedenle gece gürültü yapan insanlar yok., günün her saatinde oturulabilen bahçede masalara ve sandalyelere biz  sadece kahvaltı saatinde uğruyoruz.Kahvaltı çok önemli çünkü Arapların damak tadı bizden çok farklı. Bu nedenle yemek bulma konusunda çok zorlanıyoruz. Kahvaltı ise normal bir kahvaltı ki buralarda bu tür kahvaltıları ancak çok lüks otellerde buluyorsunuz. Onlarda çok pahalı. Sabahın 6sında ellerinde tatlılarla tatlıcıların önünde görüyorsunuz insanları. Tabi herkes oralarda aç kalacak diye birşey yok ama genel olarak ortadoğuda temizlik alışkanlığı biarz zayıf. İçinize sinecek temiz bir yerde ,yemek isteyebileceğiniz birşeyede rastlayabilirseniz ya aşırı tuzlu,ya aşırı yağlı ya da aşırı tatlı oluyor. Bir de bizim vejetaryenliğimizi eklerseniz halimizi siz düşünün. Yani bu kahvaltı çok önemli.Hiç değilse güne aç başlamıyoruz.Al Rabia da hangi odada kalırsanız kalın ister çatı dormunda ister odalarda kahvaltı herkese veriliyor. Al Rabiada çatı dormi iki kişi 800 suriye lirası.Yatakları hazırlayıncaya kadar 10-15 dakika istiyorlar bizde eşyalarımızı bırakıp dışarı çıkıyoruz..Hemen otelin yanındaki lokantanın önündeyiz. Bir amca koşup geliyor.Yemeğin fiatını soruyoruz.100 slirası diyor.Fena değilmiş diye 2 yemek  ve 1 pilav istiyoruz. Daha önce neden burada yemedikki diye konuşuyoruz.Bu arada yerlere yuvarlanan tencere kapağını hiçbirşey yokmuş gibi tekrar yemek tenceresinin üzerine koyuşunu görmezden geliyoruz.Etraf çok içaçıcı değil ama fena da değil.Amca masaya 1 domates yemeği,1 fasulye yemeği, 1 patates yemeği, 1 bamya yemeği, 2 salata ayrıca 1 de patates salatası getiriyor.Yanında da koca bir şişe su.Biz bunların hepsini yiyemeyiz diyoruz ama yersiniz yersiniz gibi birşeyler söylüyor.Masanın üstü tabaklarla dolu.Ucundan yemeye başlıyoruz.O görüntüden beklenmeyecek bir lezzete sahip herşey. Günlerdir aç olmamızın şüphesiz bir etkisi vardır ama gerçekten lezzetli yemekler.Birara soluklanıp masaya bakınca gözlerimize inanamıyoruz. Yemediğimiz bir tabakların kendisi kalmış.Her bir tabak için 100er suriye lirası vereceğimizi zannederken ödeme sırasında bunların bir tür tabldot olduğunu ve iki kişi için toplam 200 suriye lirası öğreniyoruz.50 suriye lirası da fazladan vererek lokantadan çıkıyoruz. Amca çok seviniyor arkamızdan thank you thank you diyerek bizi uğurluyor.Bize çatıda iki bölüm halindeki dormiyi ayıran noktadaki çamaşır asma yerine yere iki yatak koymuşlar. Memnun oluyoruz çünkü başka otele gitmektense bu otelin bahçesinde sandalyelerde sabaha dek oturmayı tercih ederiz.Kaldığımız yer dormilerden farklı.Bizim yataklarımızın olduğu yerin üstü açık,Aslında sağı solu heryeri açık .yatmaya gidenler yanımızdan geçiyorlarlar.allahtan bu bölüm küçük olan bölüm ve 20 yatak filan var.Üstü kapalı bölümlerden sıcak hava geliyor.Bizimki ise püfür püfür esiyor. Bir gece önce çölde soğuktan zangır zangır titrediğimizi düşünürsek burası sıcak bile sayılır.Uyku tulumlarımızıda çöldeki çocuğa hediye ettik.Otelin pikeleri yeter nasılsa deyip yatıyoruz.Gece sanki deepfreezedeymiş gibi uyanıyoruz.Sağdan soldan birkaç pike daha bulup deliksiz bir uyku çekiyoruz.Duşumuzu alıp kahvaltımızı yapıp terliklerimizide orada bırakıp ayrılıyoruz.

Şamdan Halepe

Şamdan halepe gitmek için değişiklik olsun diye trene bilet alıyoruz.Görevli bileti verirken saat 3 te diyor parmaklarıyla göstererk.Bineceğimiz istasyon merkezdeki değil, adı KADEM İSTASYONU.8-10 KM uzakta olmalı. Zamanı birilerine daha doğrulatalımda hata yapmayalım diyoruz.Bilet Arapça yazılı.Haliyle bu normal.. Normal olmayan biletin saatini doğrulatmak istediğimiz herkesin gece 9 gece 10 gündüz 2 gibi birbiri ile hiçilgisi olmayan saatler söylemesi.Bilete bakanlara 3 olmalı diyoruz.Onlar da hayır diyerek kafa sallıyor.İngiizce bilenbirkaç kişi daha aynı şekilde saati bilemeyince yeniden merkez istasyonunun yolunu tutuyoruz.Bir banka uzanmış uyuklayan görevliyi uyandırmadan garda da birkaç kişiye soruyoruz, nafile. Görevli uykulu gözlerle parmaklarıyla 3ü 10 geçe diyor.Rahatlıyoruz.Bir türlü insanların neden biletteki saati okuyamadıklarını merak ediyoruz. Sonra 15:10 diye yazdığını ve 12lik saat dilimini kullandıkları için anlayamadıklarını anlıyoruz.Kuvvetle muhtemel eğitim düzeyinin yüksek olduğu bir bölgede olsaydık bu sorunu yaşamayacaktık.Şamın bugün bir başka yüzünü görüyoruz. Öğle ezanı okunıyor.Heryerden herköşeden çocuk büyük yüzlerce insan camilere koşuşturuyor. Normalden çok daha fazla beyaz upuzun giysiler içinde insanlar görüyoruz. Emeviler döneminde yapılan Şamın meşhur camisi Umayya’ya akın akın insanlar giriyor.Bu caminin içindeki bir türbede Hz Hüseyinin kesilen başı var ve bir kez şiilerin buraya gelip kendilerini zincirlerle dövdüklerini görmüştük. Caminin hemen bahçesinde İlk Türk Hava Şehitleri nin mezarları var.Camiye girmek ücretsiz ama eğer başınız açıksa üzerinizde pantolon tişört varsa kısacası kılık kıyafetiniz uygun değilse upuzun kukuletalı ,önü açık siyah bir giysiyi giymek zorundasınız  Bunun için para ödemeniz gerekiyor. Tarifeler yine farklı farklı “ben türküm, müslümanım” diye ısrar ederseniz daha az ödemeyi hatta ücretsiz almayı başarabilirsiniz. Tabi ayrılırken teslim ediyorsunuz. Birde bir erkek turistin şortunun üzerine giydirilmiş etek görüyoruz. Görüntüsü çok komik çünkü etek her bedene uyması için büzgülü ve beli lastikli. Bende o komik kukuletalı giysiyi giyip camiyi gezmiştim ve sırt çantamı çıkarmadan bu kıyafeti giydiğim için Notrdame’ın kamburu gibi olmuştum.Benim görüntümle kıyaslayınca bu erkek turist daha az komik görünüyor.Umayya Camii çok büyük ve güzel bir cami.İçinde oturmuş yemek yiyen insanlar, başının altına Kuran’ı yastık yapıp uyuyan insanlar çok yadırgadığımız görüntüler olmuştu. Bize caminin çok önemli bir yer olduğu ve başka şehirlerden ziyaretçilerinin çok olduğu ,ekonomik durumu iyi olmayan insanlarında bu ihtiyaçlarını burada giderdikleri söylenmişti. Şimdi bu caminin etrafı , caminin yakınındaki çarşılar hediyelik eşya satan dükkanların önü heryer çok dini görünüyor. Sanki hacca gitmiş gibisiniz. O kadarki o ortamda kendimizi çok yabancı hissediyoruz, yanımızdan hızlı hıızlı geçen gruplardan bazılarının türkçe konuştuğunu duyuyoruz. Son derece düzgün bir Türkiye Türkçesi konuşulduğuna göre bu gençler Türkiyeden olmalı. Biz Umayyayı daha önce gezdiğimiz için yeniden girmiyoruz.Türk hava Şehitlerini bir kez daha ziyaret ediyoruz.Bütün Şamın ayaklarınızın altına serildiği meşhur Kasiyun tepesini, Şamın meşhur kapalı çarşısını , kiliselerini ve pekçok yerini daha önceden gezdiğimiz için Kadem İstasyonuna doğru yürümeye devam ediyoruz. Tren garda bekliyor.İnanılmaz derecede kirli görünüyor.Allah için haksızlık etmeyelim. İstanbulda da kötü banliyö treneri var diyoruz.Saati gelipte trene binince fikrimizi değiştiriyoruz.Eskilikle kirlilik arasında ne kadar fark olduğunu görüyoruz.Taştan oyulmuş belkide betondan dökülmüş siyah renkli alafranga tuvalet açık kapıdan görünüyor.Vagon kapısından girer girmez korkunç bir tuvalet kokusu insanı sersemletiyor.Yaklaşık 10 sıra koltuğu geçince koku hafifliyor.Vagon oldukça uzun ve yerimiz tuvaletten çok uzak.Yerimiz kokusuz ama etraf çok kirli.Sanki koltuklar yaglı gibi görünüyor. Yolda tanıştığımız Kürt kökenli üniversite  öğrencisi genç bu tren hattının köylüler ve öğrenciler tarafından tercih edildiğini söylüyor. Trende elimizdeki suyu isteyen adama vermiyoruz daha doğrusu veremiyoruz. Kalbini kırmamak içinde içinde ilaç var diyoruz. Çünkü bir bardakla gelip istemiyor.Su şişesini alıp şişenin ağzından içip kalanını bize verecek ve bizde ağzıyla içtiği şişeden bir daha içemeyeceğimiz için ya sende kalsın diyeceğiz ya da alıp atacağız. Sonra da çok fahiş fiyatla trenden satın almak zorunda kalacağız. Su buralarda çok pahalı. Tren garında bir çeşme ve suyun satın alınabileceği bir büfe olmasına rağmen daha tren kalkmadan bizden istenen su bu adamın şişenin kendisinde kalması düşüncesinden dolayı yaptığı bir hareket.Bu kadar dil sorununu göze alıp bizden suyumuzu isteyen adamın etrafıntaki hiçbir vatandaşından istememesi suyumuzdan içince şişeyi geri istemeyeceğimizi bilmesinden mutlaka  Bu olayı daha önceki yolculuklarımızda defalarca yaşadık. Kaç kere yeni aldığımız su şişesini “tamam sizde kalsın “diye bıraktıktan sonra aklımız başımıza gelip bir kendimiz için birde isteyenler için 2 şişe gezdirmeye başlamıştık. Trenin kafeteryasına gitmeyi deniyoruz orası da 3-5 masanın olduğu kötü bir vagon, satış yeride birkaç bisküvinin satıldığı depo bir yer.Artık Homsda inelim başka bir yolla halepe gideriz diyerek beklerken hiç aklımıza gelmeyen bir şekilde tren homsa uğramıyor. Belki istasyon yok bilemiyoruz.Ama Homs ülkenin en büyük şehirlerinden biri. Hamaya ulşır ulaşmaz inip otobüs garajına doğru yürüyoruz.Oraya gidebilmek için yolu sorduğumuz herkes yine taksi taksi diye tututurduklarından tahminleirimize göre yürüyerek yaklaşık 20 dakika sonra garaja ulaşıyoruz.Hemen bir otobüse binip yola çıkıyoruz.En ön koltuktayız.Şöförün çaprazındayız.Şöför direksiyonda yemek yiyor.tatlısını yiyor.birşeyler içiyor.Sanki evinde yemek masasında.Bütün bunları yaparken iki elinide bırakıyor. Yere eğilip kalkıyor.Defalarca televizyon seyrettikleri için ,uyudukları için şöförleri uyarmış birileri olarak tahmin edebileceğiniz gibi toleransımız hayli yüksek. Sık sık seyahat ettiğimiz için Türkiyede de 3. sınıf firmalrın trafiği pek ciddiye almayan şöförleriyle ağız dalaşımız olmuştur.Oh diyoruz bu yola çıkmadan bütün işlerini bitirecek diye sevinyoruz. Ama yanılıyoruzki ne yanılıyoruz. Hayatımızda gördüğümüz en kötü şöför bu.Yolu bırakıp abartısız 3-4 dakika başka şeylerle ilgileniyor.Araba yoldan çıktı çıkacak.Bir sağa yanaşıyoruz bir sola yanaıyoruz.Arkası açık bir kamyonete hızla yaklaşıyor. Kamyonet bir saniye frene bassa otobüsün altında kalacak. Kamyonetin kasasındaki kadınlar işaretlerle yalvarıyorlar yanaşma diye. Bizimki gülerek daha da gaza basıyor.Artık hava kararıyor.Araçlar vızır vızır hernedense trafik arttı.Yıllar önce ürdünde  akabeden Petraya giderken uyuyan dolmuş şöförünü hatırlıyoruz. Yolda dolmuşu durdurup indiğimizde sizi burda indirdiğim için polis bana kızar diye yalvar yakar bizi dolmuşa geri bindirmiş ve uyumayacağına söz vermişti uykusuna mazeret olarak sıcağı göstermiş allah korur diyede bizi sakinleştirmeye çalışmıştı. Bu şöför onu mumla aratıyor. Hala arkasına dönüp arkadaşlarıyala sohbet ediyor. Birkaç saatlik yol asırlar gibi geliyor.Sonunda halep’ e ulaştık.Otelimizin çatısında yer yokmuş.Çatıda iki kişi için 500 slirası öderken odaya 450 slirası veriyoruz.Çatı dormiler tek seyahat edenler için ekonomik çünkü otellerde iki kişilik odalar daha az ve bulursanızda fiyatı tek kişi için yüksek oluyor. Ama eğer iki kişiyseniz oda fiyat olarak daha uygun olabiliyor.Banyosuz pencereli oda ile banyolu penceresiz oda arasında tercihimizi banyolu olandan yana yapıyoruz odada duşumuzu alıp biraz rahatlıyoruz.

Halep sevdiğimiz bir yer.İyi insanları var.Mükemmel dondurmasını tavsiye ederim.Devasa büyüklükteki külaha koyulan dondurma hem görüntüsü ile hem lezzeti ile mutlaka ve mutlaka denenmeli. O kadar lezzetliki üstüste iki tane yemekten dolayı hastalanmıştım.İçine reçel gibi bir tatlı koydukları dönerleri de var ama vejetaryen olduğumuz için hiç denemedik.Falafel ve humusları da meşhur. Ne yazık ikirlilik nedeniyle heryerde yemek içinize sinmiyor. Ha bu arada Suriyede Arak adı verilen rakı benzeri bir içki var. Birde Şark bira denen bir bira. Bu birada alkol oranı % 40 lara yakın. Arakın tadının rakıya benzediğini söylediler. Şark biraya gelince çok güzel ve ucuz bir bira. Sanırım Halepte üretiliyor çünkü halep dışında görmedim. Halepte bir kafeteryada yan masada gençlerin işyeri sahibiyle tartışmalarına şahit olmuştuk..3 erkek ve 3 bayanın oturduğu masada tartışmanın sebebinin hesap olduğunu anlayıp oradaki gençlerin düştüğü duruma üzülmüş ve onlarla tanışmıştık. O gün sevgililer günü olduğu için nişanlısını yanına alan genç nişanlısının erkek kardeşini ,onun nişanlısını ve birilerini daha getirmiş ama hesap çok yüksek gelmişti. Siparişlerini masada görebiliyorduk ve gerçekten onlardan çok para istenmişti. Çocuk istenen paranın maaşına yakın olduğunu söylüyordu ve haklıydı.Sizde gidip şikayet edin dediğimde kürt olduklarını söyleyen bu gençler  “kime edelim, bizim hiçbir hakkımız yok, bizim vatandaşlık hakkımız da yok” demişlerdi. Evet 14 şubatta Suriyede idik ve yağan karın altında terlikleriyle koşuşan insanlar çok eğlenceliydi.
 

27 Temmuz 2013 Cumartesi

3.sayfa-marakeş

Marakeş...
Kazablankadan Marakeşe gitmek için tren en uygun tercih. Havaalanı için de kullandığımız Casa voyagers istasyonundan  marakeşe 1.sınıf tren bileti kişibaşı 140 dirhem. İki kişi 35 dolar civarı ediyor.1.sınıfla 2.sınıf arasında pek fark yok bazen 2.sınıf daha iyi. Birinci sınıflar kompartımanlar - 2. sınıflar pulman. 5 saat kadar süren bir yolculuktu yanlış hatırlamıyorsam. Tren elektrikli gibi görünüyordu ve ondan olabilir bizim hızlı trenden neredeyse farkı yoktu, uçuyordu. Fas ta marketlerdeki fiyatlar konusunda biraz bilgi vereyim. 6 kaysı 2,63 dirhem-4 domates 1,35 dirhem-110 gramlık bir yoğurt 1.90 dirhem- sardalya konservesi 5,95 dirhem-100 gramlık peynir 16,75 dirhem-içinde 100 adet olan büyük boy kağıt peçete 8,75 dirhem-1,5 litre su 2,95 dirhem. Biletimizi yer kapışmamak için 1. sınıf aldık ama bindiğimizde yerimiz doluydu biz de başka yere oturduk .Bilet kontrolörü biletimize baktı ve gitti, “yerinizde değilsiniz” filan demedi.Yani boşa fazladan para verdik.  Yollarda atarabalarına bağlı küçük eşekler var ve eşeklere yan oturma geleneği var. . Arazi  gittikçe kırmızı renk alıyor. Kerpiç evlerin olduğu birkaç köy de gördük.  Bizimle aynı kompartımandaki genç kız ayaklarını çıkarıp ortaya koyduğu valizin üzerine uzatıyor biz ters ters bakınca tekrar ayakkabılarını giyiyor. 
Koridorda sigara içiyorlar ve valizlerin bazıları koridorda bekliyor.


 Trenin hızı iyi. Saat 2 yi 10 geçe Marakeşe ulaşıyoruz. 



Marakeşte tren garından çıkıp karşıdaki yolu takip ederseniz yürüyerek 1,5 saat kadar sonra medinaya ulaşabilirsiniz. Yada oradan geçen otobüslere de binebilirsiniz. Taksiye binmenize hiç gerek yok. Şehiriçi otobüsler garın yakınından  geçiyor. " Medina " diye ya da " el jamal " diye sorarsanız doğru otobüsü bulursunuz. Garın hemen arkasında bir de şehirlerarası otobüs garajı var. Önünüz gara dönükken garın sol tarafından arkasına 50 metre kadar yürürseniz 1.sınıf otobüs garajını yolun sağında görebilirsiniz. Pekçok yere seyahatinizde kullanabileceğiniz bu garaj daha sonra tarif edeceğim garajdan daha lüks bir garaj. Çöle doğru gittikçe tren hattı bittiği için karayoluna ihtiyaç duyuluyor. Marakeşe ulaşınca " el jama al meydanı (el jemal) " na ulaşmanız aynı zamanda medinaya (eski yerleşim yeri)  ulaşmanız demek. Bu popüler meydan televizyonlarda seyahat programlarında sıkça rastlanılan seyretmiş olma ihtimalinizin yüksek olduğu bir yer. Turistik olmakla beraber gerçek yaşam hakkında da gözlemler yapmaya engel teşkil etmeyen bir yer. 






















Marakeşteki ilginç şeylerden biris baz istasyonları.Palmiye görünümünde yapılmış.




Meydandaki  aydınlatmalar lambalar fenerler ateş yakmalar ,mumlar, kandiller gibi ilkel yöntemlerle yapılıyor oda  orayı daha ilginç yapıyor. Gündüz maymunları ve yılanları ile gösteri yapanlar daha çoğunlukta. Sanırım bu hayvanlar özellikle maymunlar gece ışıklarını sevmiyor. Bu alanda ortaya koydukları içecek şişelerine uzun sopaların ucuna bağlanan halkaları takmaya çalışanlar, kendilerine büyü yaptıranlar, boynuna sarılmış yılanla, kucağında maymunla poz verenler değişik değişik görüntüler var. Kucağındaki fırfırlı elbiseli maymunla sahibini ilk gördüğümde hayvanlara eziyet ediyor diye antipati duymuştum ama ikinci gördüğümde her ne kadar maymun zincirle bağlı olsa da aralarında ilişkinin sahiplik ve kölelik gibi değil arkadaşlık gibi birşey olduğunu gördüm. Şöyle ki adam maymunun kafasına patlatıyorken maymunda onun suratına tokat atıyordu. İkisi de birbirine vuruyordu yani. Adam şakalaşmıyordu ve maymunla ciddi ciddi kavga ediyordu ve bu şov değildi. Çünkü saat çok erkendi ve meydan bomboştu. Maymunun sahibi sadece görsel olarak insana benziyordu. Davranışları maymunuyla tıpatıp aynıydı. . 

Bu arada " jemal " meydanında diş çeken, başka insanlardan söktüğü dişleri orada gelen insanların ağzından aleacele aldığı kalıba takıp takma diş yapanlar gibi tuhaf insanlar da var. Asıl parayı orayı seyretmeye gelenlerden kazanıyorlar ama yine de dişi ile ilgili hizmet almak isteyenlere bu hizmeti de yapıyorlar. 

O meydanda her aktivitenin  etrafı adamlarıyla dolu. Afrika müzikleri yapanlar da yılan oynatanlarda Yumurtaya bakıp gelecekten haberler veren de var. 

30 metre uzakta bile olsanız eğer o tarafa bakıyorsanız hemen koşup para istiyorlar ."Ben bakmıyorum " gibisinden arkanızı dönüp gidebilirsiniz ama eğer daha yakındaysanız mahvoldunuz demektir. Bir de ister uzaktan ister yakından fotoğraf çekmeye kalkarsanız sizi otelinize kadar takip edip mutlaka ya parasını alırlar ya da işi kavga etmeye kadar götürürler ama fotoğraflarını çekmek isterseniz birkaç dirhem ödeyerek izin alıp çekebilirsiniz. Sonra sorun yaşamamak için vermek istediğiniz parayı gösterip işaretle " fotoğraf çekebilirmiyim" diyebilirsiniz parayı beğenmeselerde kaçırmak istemeyecekleri için " olur" diyorlar. Bu arada özellikle akşam öbek öbek toplanmış gruplara yanaşıp birşeyleri seyretmek isterseniz cebinize dikkat edin. Her gösterinin çevresindeki gurubun etrafında yaklaşık 3er ya da 4 er kişilik cepciler dolanıyor. Her gösteri öbeğinin adeta kadrolu cepçileri var. Ekip halinde çalışıyorlar.. Bu meydan medinanın hemen önünde ve etrafında da yerleşik hediyelik eşya satan dükkanlar var. Burada rastlayabileceğinz şeyleri anlatarak bitirmek imkansız. Örneğin ananasların tepesindeki yeşil bölümlerini doldurmuşlar kapı önündeki tezgahlara,kim ne yapar neye yarar anlamadık.  Kurutulmuş yılanlar, iguanalar , tuhaf tuhaf otlar, aklııza gelebilecek herşey satılıyor. Askerlerin kıyafetlerinin rengi yeşilin çok farklı bir tonu. Çok beğendik. Gardan inip medinaya doğru yürürken yolu sormaya çalıştığımız bir adam bizi fransızca bilmeyip ingilizce bildiğimiz için ayıplamış " siz Faslımısınız" sorumuza " evet" deyip peşinden sorduğumuz "fransızmısınız " sorusuna da " evet" demişti. Fransız-zenci ve faslı bir erkek. Genç bir erkek de “bu otobüs tren garına gider mi “ sorumuza “bu tren değil otobüs” diye cevap veriyor. Bizim kaldığımız otel meydanın yanında. Medinanın içinde biriki hostel var ama internetten rezervasyonsuz gelirseniz yer bulmanız olanaksız. Biz henüz turizm mevsiminin başlarında olduğu halde merak edip sorduğumuzda " ancak yarın yer boşalacak" demişlerdi. Rezervasyon yaptırsanızda sizi gelip medinanın girişinden ya da meydanın herhangi bir yerinden onların götürmesi lazım. Çünkü hostellerin üzerinde yazı yok ayrıca size bir yazı okumak için kafanızı çevirtmiyorlar. Eğer sırtınızda sırtçantanız varsa yandınız. Yanınıza yapışıp sizi hemen şehri terketmeyi düşündürecek kadar bunaltıyorlar. Size nefes almak için fırsat vermiyorlar. Sinirlerinizi öyle bozuyorlar ki elalemin memleketi demeyip şunun kafasına bir yumruk indirsem diye içinizden geçiyor. Sokak tabelalarına kafanızı kaldırıp bakamıyorsunuz. “Orayı mı arıyorsunuz , burayımı arıyorsunuz , peşimizden gelin, şu bu". Sizi bombardımana tutuyorlar. Amaçları yardımcı olmak değil. Aradığınız sokağın tam önündesiniz hatta aradığınız binanın tam önündesiniz ama onlar sizi başka tarafa yollayıp arkanızdan da siz salakmışsınız gibi başka birilerine seslenip “bu salakları yolun” gibisinden işaretler yapıyorlar. Kendi salak olan herkesi salak zannederya bunlar Marakeşte çok fazla. Artık dayanamayıp terslediğimiz de oldu. Türkiye’de de yabancılara çok yapışıp rahatsız edildiği yerler olduğunu biliyoruz ama bunların eline kimse su dökemez. Bir kişi değil iki kişi değil yüzlerce insan birden saldırıyor. Kalmayı düşündüğümüz oteli sırt çantası ile aradığımız için bu işkenceyi fazlasıyla yaşattılar .Ama durun bir yöntem bulduk size de söyleyelim. Onlara asla ve asla ingilizce “yes” “no” gibi ya da fransızca hiçbir kelime söylemeyin. Size ne konuşurlursa konuşsunlar onlara bir tek tanıdık kelime etmeyin. Siz onlara daha fazla konuşun ama sadece ve sadece kendi dilinizle. Hatta elinizden gelirse türkçedeki arapça kökenli kelimeleri de kullanmadan konuşun ki türk olduğunuzu bile anlamasınlar. Kendinize varlığı bile bilinmeyen oralara çok uzak bir ülke adını seçin ve sürekli onlara kendinizi gösterip o ülke adını tekrarlayın. Hani benim dilimi bilmiyormusunuz gibisinden.  Onlar sizinle hiçbir şey konuşamayınca şaşkına dönüyorlar. Hatta vazgeçip giderken peşlerinden anlamadıkları dille konuşa konuşa gidin yakalarını bırakmayın. Sakın türkiye lafı da etmeyin. O kişi 150-200 metrekarelik alana sizin laf anlatılamayacak biri olduğunuzu bağıra bağıra ilan ediyor sizde bir dahaki vukuata kadar rahat ediyorsunuz. Ayrıca onlar size işkence edeceğine siz onlara ediyorsunuz bir de alışkın olmadıkları bu durum onları öyle hallere düşürüyorki sizi eğlendiriyor. Bizim otel fena bir yer değildi. Fiyat tarifesini  farklı  söyleyip sonra da  indirim yaptılar. İndirim için talepte bulunduk ama aynı indirimin başkasına da yapıldığını gördük. Sezonun başlangıcı olmasından dolayı dolu olmadıkları için indirim yaptılar yani.  Daha sonra medinanın içinde sırtçantalı bir turisti yanına alıp götüren adamı takip ettik ve üzerinde birşey yazmayan bir binaya girdiklerini gördük. Kapıyı çalıp konuşunca tahminimizin doğru çıktığını gördük. Orası hostelmiş. Adam rezervasyonsuz gelip orayı nasıl bulduğumuza şaşırdı. Dormy nin fiyatı bile bizim otele yakındı. Yani 5-6kişilik odalarda iki kişinin fiyatı  bizim iki kişilik ve özel banyosu olan odamızla aynı paraya geliyordu. Biz iki kişi için 200 dirhem verdik otele.  

Banyosu tuvaleti fena değildi , oturmak için bahçesi de fena değildi . Bu coğrafya da tasarımlar şahane ama bir de temizlik olsa. Otelde çalışan üniversite öğrencisi bir genç var. Zeki ,zehir gibi. Bir bakıyoruz otelin bahçesine kapısı açılan ortak kullanım tuvaletinde  klozetin neredeyse 20 cm yanında ve aşağısında bulunan çeşmede yıkadığı sebzeleri pişirip yiyor. Dedim ya temizlik anlayışı çok garip. Aslında gundüz meydanda akşama hazırlık yapan seyyar lokantaların insanların yürüdükleri yerlere koydukları yiyecekleri zevkle alıp yiyen çok avrupalı turistte var. Fransızlar çoğunlukta. Gece bahçe katındaki kaldığımız odada uyandığımızda odanın ortasında koşturan devasa bir hamam böceği gördük. Yorgunluğun ve tuhaf şeyleri göre göre alışmanın getirdiği bir ruh haliyle “aman boşver uyuyalım " dedik ama sonra yerimizden fırladık. Ciddi ciddi kedi köpek kovalar gibi böceği dışarı kovalayıp kapının altını da kilimle tıkayıp uyuduk. Rahat rahat duşumuzu yaparız dediğimiz otelde soğuktan dolayı öğle saatlerinin dışında duş yapamadık.  Saat 12 ye 1 e kadar hava ısınmıyor buz gibi.İkişer üçer tişörtle geziyoruz. Altları şortlu olup üstlerinde montla gezenler var. 12 de 1 de hava  ısınmaya başlayınca da kemiklerinize kadar yanıyorsunuz . Geceleri duş yapabilmek için odayı ısıtan bir sistem şart. Yoksa şifayı bulmak işten değil. Medinanın daracık sokakları ve çeşitli el sanatı hediyeliklerin satışının yapıldığı dükkanlar ilginç yerler. Cıvıl cıvıl insan kaynıyor heryer. Satış yapılan yerlerin dışında üretimlerin yapıldığı küçük yerler de var. Hatta haşlanmış yumurtalar satanlar bile var. Hemen hemen  herşey eski yöntemlerle üretildiğinden herşey antika görünümlü. Hani bizde bazı halıları yollara güneşe serip hem insanlar çiğnesin hem güneş soldursun antika görünümü alsın diye uğraşıyorlar ya orada hiç öyle bir mücadeleye gerek yok. Güneş ve rüzgar 2 günde herşeyi antika yapmaya yetiyor, insanları bile. Yaşlı teyze, yaşlı amca zannettiğin insanların yüzüne dikkatli bakınca yaşının senden daha küçük olduğunu görüp şaşırıyorsun. Jemal maydanında ve Marakeşin eski yerleşim bölgesinde (meydanın yakınlarında) önünüzden arkanızdan vızır vızır geçen mobiletler, motosikletler, bisikletler baş döndürüyor.Meydanın kendisinde de bu araçlar vızır vızır. Bu araçların üzerinde köylü kıyafetli kafası kasklı yaşlı kadınlar, yaşlı erkekler çok ilginç görünüyor. Çok çok yaşlı görünenler herhalde 55-60 dan yukarı değildir ama bakınca 90-100 zannediyor insan. Etrafta mobilet kiralayan yerler var. Kask kullanımı konusunda da katı kuralları var. 
 Marakeş 'de trafiğin çok da kalabalık olmadığı bir yer. Sarhoşluktan dökülen genç bir adam siyah çarşaflara bürünmüş dünya tatlısı küçük kızını zorla önümüze iteleyip elimizi öptürmeye çalışıyor. Elimizi arkamıza koyuyoruz ama ufaklık bir eğitilmişki 4-5 yaşlarında olmasına rağmen zorla elimizi arkadan öne çekip öpmeyi başarıyor. Ama babasının bu hareketinden rahatsız olduğumuz için para vermiyoruz. Buralarda sık rastladığımız bir görüntü var. Ezan okununca o an abdestli olan kişiler etrafın temizliğine hiç aldırmadan ve yere birşey sermeden namaza başlıyorlar.
Meydandan tren garı yönüne doğru yürümeye çıktığınızda ana yoldan sağ tarafa giden bir yol var. Buraya medinanın içindende bir yol çıkıyor. 2. Sınıf otobüs garajı da o tarafta. Orada surların dibinde toplanmış ve uyuşturucu kullanan bir sürü genç gördük.

 Buralarda yadırganmıyorlar. O yolun üzerinde daha surlardan çıkmadan bir pizzacı gördük. Kapısının önü çiçeklerle doluydu çok hoşlandık. Çiçekleri zevkle seyrederken dört beş saksıdan sonraki saksıların kullanılmış klozetler olduğunu gördük. Pizzacının önündeki masalarda klozetlerle yanyanaydı. İki adım sonra ortayaşlı bir adamın yola çıkmış bağırdığını görünce birşey oldu zannedip yanına gittik ki adam ezan okuyormuş. Arkadaki tamirhane gibi binanın bir bölümünü mescit olarak kullanıyorlarmış o adamda mikrofonsuz sokağa çıkmış ezan okuyordu ve de hakkını vermek lazım Fas ta dinlediğimiz bütün ezanlardan daha güzel okuyordu. Yol kenarında oturmuş dama oynayanların dama taşları da meşrubat kapaklarıydı.
Medinanın içinde çok kalabalık yerlerden farklı olarak ıssız ve daracık sokaklar da var. Gidiyorsunuz gidiyorsunuz ve çıkmaz bir sokaktasınız.Labirent gibi. Hele geceyse iyice tedirgin oluyorsunuz. İşte burada iki ayaklı taksiler devreye giriyor. Evet yaşları en fazla 8-9 olan ufaklıklar sizin peşinize düşüp “gelin gidin “ diye bir sürü laflar adiyorlar. Herşeyin arkasından para isteme geleneği olduğunu bildiğinizden onları dinlemeyip kendiniz yol bulmaya çalıştıkça daha çıkmaza giriyorsunuz bazende siz gezerken bu tarafta yol var mı sorunuza bilerek yanlış cevap verip sizi çıkmaz ve karışık sokaklara yönlendiriyorlar. Sonra ne mi oluyor? Küçük iki ayaklı taksiler size medinanın kalabalık bir bölgesine kadar eşlik ediyor sonra da para bekliyor. Biz yolu araya araya kendimiz bulmak üzereyken aramalarımız boyunca “git” diye işaret etmemize rağmen yanımıza takılan çocuğun bizim yürüyüşümüzü taklit etmek gibi eğlenceli şeyler yapması hoşumuza gidiyor ve rehberliğini kabul ediyoruz. Tabi verdiğimiz parayı beğenmiyor ama " öyleyse geri ver" deyince hızlı hızlı uzaklaşıyor.Marakeşte koltuk değneği ile gezenler, görme engelliler çok fazla.Bu yoksul ülkeye güney afrika ülkelerinden gelip para kazanmaya çalışan zenciler var. Önce onları da Faslı zannettik ama arapça konuşamıyorlar. 2. el eşya satan yerler çok ama yerdeki serdiği naylon torbanın üzerinde kuru ekmek parçaları satan birisi bizi çok şaşırttı. Hayvanlar için desek ekmeğin tümünün toplamı 2 somun ekmek etmez. Bu ekmeği hangi amaçla satın alırlar ,eğer hayvanlar içinse kim gelip iki ekmek etmeyecek kuru ekmekleri satın alır  hiç anlayamadık.Ayrıca yağlı yağlı kumaş parçaları var. Bitpazarlarını sık gezen insanlar olarak bazı görüntülere alışığız ama bunu hiç çözemiyoruz. Küçük ve yağla kirlenmiş kumaşlar (en büyüğü avuçiçinden biraz büyük),küçük ekmek parçaları kimin ne işine yarıyor. Tunusta orta sınıf daha fazla görünüyor. Fasta ise zenginler azınlık ,yoksullar çoğunluk  Yani orta sınıftaki insanların sayısı az. Yoksullukta böyle ilginç görüntülere sebep oluyor.
Tren garının tam önündeyken ve  önünüz gara dönükken sağa doğru giden yolda yürümeye başlarsanız  10-15 dakika sonra da birilerine sorarsanız ACIMA markete gidebilirsiniz. Israrla büyük marketler diyorum çünkü ambalajlı ve sağlıklı gıda ürünleri bulmak için başka çare yok. Bu Acima Kazablankadakinden daha büyük. Markette alkol satışı da var ve alkol alışverişi yapanlar marketin içinde diğer kasalardan ayrı bir yerdeki kasada ödeme yapıyor. Hazır yemekler var. Tavukların tandırda yapılmış gibi kuru kuru görünenleri var.Yarım tavuğun fiyatı 20 dirhem. Safran kullanmışlar ve  lezzetliymiş. Fas’ın şarabı çok meşhurmuş. Mideyi hiç yakmıyormuş. Doğrudur çünkü üzümleri çok doğal ortamlarda yetişiyor. Yani üretimleri az ama doğal. Kaysıları şeftalileri ve benzer meyveleri anlatılamayacak kadar lezzetli. Sanırım illaçlama filan pek yapılmıyor çünkü üzüm asmalarının altı başka otlarla dolu. Bu marketin olduğu yerden aynı yönde ilerlemeye devam edince yol kenarındaki kurumuş büyük ağaçlardan yapılmış çok hoş heykeller çıktı önümüze. 



Marakeş görülmesi gereken eğlenceli ve büyük bölümü temiz bir şehir. Botanik bahçesi olduğunu düşündüğümüz bir yer var  oturmak için keyifli ve tertemiz biryer. Heryeri yemyeşil. 

 Neyse gezerken zaten keşifler yapabilirsiniz .Pek büyük bir şehir değil. Jemal meydanı önündeki parktaki umumi tuvaletin önünden kalkan ve gara doğru giden 14 numaralı otobüs  ikinci sınıf otobüs garajının önünden geçiyor. Otobüse binince şöföre parayı uzatıyorsunuz o da önündeki küçük makineden biletinizi çıkarıp veriyor ve paranızın üzerini veriyor. Şehiriçi otobüs bileti  1 kişi 4 dirhem. Bu kotü garaja 2.sınıf bizim koyduğumuz bir isim lütfen dikkat. 
2. sınıf garajın fotoğrafı

Bu garaja el jemal meydanından yürüyerekte gidebilirsiniz. Bir de daha lüks olan otobüs garajı var daha önce bahsetmiştim oda tren garının arkasında. Aynı otobüsten inmeden devam ederseniz tren garına kadar gidip o otobüs garajına da gidebilirsiniz. Biz Essaouria’ya giderken bu iki garajdan da fiyat sorduk. Kötü olan birkaç dirhem daha pahalıydı ama saati bize daha uygun olduğundan onu seçtik. Kötüsü neden daha pahalı diye merak ettik. Fiyat tarifesi duvarlarında yazıyordu ama kendi halkları için geçerli olduğunu zannetmiyoruz , bu tarife turistler için olmalı. İki kişi 120 dirhem.  Eski dökülen bir otobüs ,perdeleri  iplere takılmış. Koltukların el tutma ve kafa yaslama yeri kumaşlarının renklerini görmek  yağdan ve kirden  dolayı imkansız..Bu garajı kullanan turist pek yok  Biz ve bir de yabancı çift var. Kalan herkes kendi halkı. Köy otobüsü girmedik yer bırakmadı. Belki heryere uğraması da tercih edilme sebebi çünkü fiyatı diğer lüks otobüsten 4 dirhem de fazla .Burası zaman tüneli gibi. Asırlar öncesinde yaşıyorsunuz sanki.. Yolda durduğu yerde yaklaşık 6 ya da 7 kişi 3er 4er kere sırayla binip maniler söyleyerek para dileniyorlar. Yol kenarında çok sayıda koyunlar ve eşekler var.  Kukuletalı kıyafetlerin sayısı aşırı derecede arttı. Kukuletayı heybe gibi kullanıp içine eşyalarını koyup taşıyan yaşlı bir dilenci adam gördük. "verhamulidin verhamulidin " diyerek otobüsün içinde dolaşıyordu. 






Otobüsün durduğu bir yerde de  bizim araçtaki turist kızın ayağına yaşlı bir dilenci soğuk su tutuyordu .Kız da ona "sigara içermisin" diye sordu. Fransızca uzun uzun sohbet ettiller.  Otobüse yol boyunca en azından 500 kişi binip indi. Yolculuk sırasında küçük bir  hortum otobüsü sallıyor herkes korkuyor. Otobüs hareket halindeyken koşup bagajı açıyorlar, duruyor, kimse binmiyor, yürüyor , koşuşturuyorlar , karmakarışık bir görüntü. Orta kapının hizasında oturan genç bir erkek kapının açıldığı anları kollayıp oturduğu yerden dışarı tükürüyor bir taraftanda burnunu karıştırıyor .Biz de kapının yanında oturduğumuz için tükürük önümüzden uçuyor ve diken üzerinde oturuyoruz . İnsanlar su içiyor boşalan şişeyi otobüsün içine atıyor. Elindeki kolayı yudumlayan bu genç muavin olan genci dürtükleyip kolasını ona da uzatıyor. Muavin genç kolanın birazını içip geri uzatıyor teşekkür filan da etmiyor. Essaouriya yaklaşırken birkaç kamping ilanı görüyoruz. Ama yerleşim yerinden çok uzak sırt çantası ile gitmek için uygun değil. Karavanla kalınabilecek yerler. Otobüsün sürekli durması ,durduğu yerlerde uzun uzun beklemesi yüzünden yolculuk olması gerekenden çok uzun sürüyor ve Essaouriya ulaşıyoruz. Neredeyse 6 saati buluyor yolculuk.